20 Şubat 2015 Cuma

ADEM BAŞARAN (ORHAN İNCE)

 Adem Başaran aslında bir başarı hikayesi özünde. Mesut Başaran’ın nice zorluklarla başardığı ekmek parası ve başaramadığı ve sürekli askıda asılı okul elbisesi gibi hep bir yerlerde bırakılmış bir amaç birbirine ters köşe Mesut’un hayatını oluşturmaktadır.
Babanın ölümüyle göç etmek zorunda kalan aile tek göz bir odada bir ev bulur ve bütün çocuklar ve anne aynı odada yatıp kalkarlar. Yakın akrabalarının yardımlarıyla ayakta kalabilen aile, okula giden Mesut’un omuzlarına kendisinden büyük bir yükü bir anda koyuverir ve Mesut bu ani değişikliğin şaşkınlığıyla okulu ve dersleri aksatmaya başlar haliyle. Geceleri en küçük kardeşinin ağlamalarıyla bölük pörçük olan uykusu ve sabahın ayazında kalkarak işe ve oradan da okula gitmesi Mesut için sonunda ikisi arasında seçim yapmaya kadar gider. Ödevlerini yapamamaya ve hatta okula bile gidememeye başlayan Mesut, kararını işte çalışmaktan yana kullanır.
Yönetmenin bizzat yaşadığı gerçek bir olaydan alıntılama senaryolaştırdığı bu hikâye Anadolu’da 90’lı yıllarda sıkça karşılaşılan kürt halkın batıya göçüyle orada adını bile bilmedikleri bir kültürle kaynaşmalarının verdiği mücadeleye eğilmektedir.
Ayakta kalabilme savaşının ve hayatın getirdiklerinin muamma dolu sonuçları küçücük bir insanın büyük rollere soyunması kadar gerçekçidir. Ataerkil toplum yapımızda süregelen bir erkek varlığı özellikle gelenekçi kesimlerde derin bir şekilde etkisini gösterir. Keza sırf bu yüzden okuyamayan ve hayata atılmak zorunda kalan binlerce Mesut Başaran örneği bulunmaktadır.
Orhan İnce’nin samimi ve erdemli anlatımı ile muazzamlaşan bu toplumsal gerçeklik masalı, öyle seviyeli duruşu ve dudak ısırtan oyunculuklarıyla beraber geçen yılın en iyi ve en sinematografik yapıtlarından biri olmayı hak ediyor.

Yönetmeni Orhan İnce ile sinema ve Adem Başaran üzerine konuştuk,


Orhan İnce ve onun sinemaya geçiş macerasından bahseder misiniz?

Diyarbakır doğumluyum. Liseye kadar Diyarbakır'da okudum. Liseden sonra üniversiteyi kazanınca Ankara'ya yerleştim 2. Sınıfta okulu bırakıp tekrar Diyarbakır'a gittim. Evde Sınava hazırlandım fakat olmadı. Sonraki sene okul hayatımı noktalayıp bir yıl kadar şoförlük yaptım. Sonu yok dedim bu işin, bir taraftan da sinema bölümü okumak için tekrar sınava hazırlandım. Bu sefer Marmara Üniversitesi sinema televizyon bölümünü kazandım. Şu an aynı bölümde yüksek lisans yapıyorum

Bir yönetmen olarak Orhan İnce’yi nasıl tarif edersiniz?

En zor soru (gülerek) Babam derdi ki ne iş yaparsan yap en iyisini yapmaya çalış. Ben de film çekiyorum ve o filmin iyi olabilmesi için elimden gelen her şeyi yapıyorum hatta bu konuda bütün sınırları sonuna kadar zorluyorum. Bu yüzden biraz inatçı da sayılırım.


Adem Başaran nasıl ortaya çıktı?

90'lı yıllarda köyleri yakılan, boşaltılan ve zorunlu göçe maruz kalan milyonlarca kürt, hizmet sektöründe geri plan işlerde, hiç bilmedikleri yerlerde yaşamaya ve hiç anlamadıkları işlerde çalışmak zorunda bırakıldılar. Benimde yakın akrabalarımın hepsi o dönem inşaat sektöründe çalıştılar ve halen çalışmaya devam ediyorlar. "Adem Başaran" ise o ailelerden sadece bir tanesinin öyküsü ve bir çocuğun değişen yaşam koşulları karşısında alabora olan hayatını konu alıyor.


Adem Başaran’ın çekimleri nerede ve ne kadar süre zarfında çekildi?

Ekim 2013'te çekimlere başladık.7 çekim günü Toplamda 11 gün sürdü. Filmi Kocaeli Gebze, istanbul Gazi Mahallesi ve Diyarbakır'ın Kulp ilçesi, Ağaçlı köyünde çektik. Zorlu bir çekim ve Uzun bir post süreci oldu.


Adem Başaran’ın başarısı epey bir kitleye kendinden söz ettirdi. Yönetmeni olarak sizin bu konudaki görüşlerinizi duygu ve düşüncelerinizi almak isterim.

Benim için en büyük başarısı bir önceki filmime göre ne yaptığımdır, tek kriterim budur. Sonuçta festivallerin durumu ve yapılan diğer filmlerin durumu bu sonucu da değiştirebilecektir. Filmin festivallerde ilgiyle karşılanması tabi ki mutlu ediyor ve bir sonraki film için işimi daha iyi yapmam gerektiğini öğretiyor ve biraz da korkutuyor açıkçası. Tabi bu başarıda en önemli faktör çalıştığım arkadaşların canı gönülden destekleri ve çabaları. Onlar olmadan bu filmin bu şekilde ortaya çıkması imkânsızdı. Bana inanıp desteklerini sundukları için hepsine teşekkür ediyorum.


Orhan İnce’nin sinemasal çizgisi nedir?

Ben sessiz sakin yaşamayı seven bir adamım. Filmlerim de öyle olsun isterim. Bağıran çağıran filmler değil sakin bir şekilde derdini anlatıp ayakta durabilecek filmler çekip ve sinema dilini bu temeller üzerine kurmak isterim.

En çok sevdiğiniz ve unutamadığınız keza sinema dilinizin ortaya çıkmasında az yada çok etkisi olduğunu düşündüğünüz yapıtlar nelerdir?

Çok film vardır etkilendiğim ama böyle ilk aklıma gelen film olarak ‘’ Umut’’ filmini diyebilirim.

İleride size uzun metrajda da görecek miyiz? Bir sonraki proje ya da projelerinizden bahseder misiniz?

Şu an iki uzun metraj senaryo üzerine çalışıyorum. Muhtemelen biri için son kararı verip ilk uzun metraj filmimi çekeceğim. ‘’Adem Başaran’’ benim için şu anda son kısa filmimdi. Sonra yine güzel kısa bir film olabilecek bir fikir gelirse tabi ki de sonradan kısa çekebilirim.

Türkiye'de yapılan kısa filmciliğin ve sektörün durumunu ve gidişatını yeni bir yönetmen olarak ve işin içinde biri olarak nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Kısa filmlerin birçok problemi var. Kısa filmin gösterim olanakları çok az, festivaller dışında bir yerde gösterebilme imkânı yok. Herhangi bir telifi yok. Hakları yok. Bir televizyon kanalında gösterildiğinde ona telif verecekleri yerde neredeyse filmimizi gösteriyorlar diye onlara para vermemiz gerekecek. Kısa filmlerin daha çok desteklenmesi gerekmektedir, teknik olarak daha iyi filmler yapabilmenin önkoşulu verilen desteklerin artırılması.


Bütün bunların dışında söylemek veya eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Hep beraber güzel filmler izlemek dileğiyle…

19 Şubat 2015 Perşembe

FORCE MAJEURE


2014 yılında ilk festival macerasını ve dünya prömiyerini Cannes Film Festivalinde yapan İsveç yapımı ‘Force Majeure’ , ki bizde ‘Turist’ olarak çevrildi, geçtiğimiz yılın en eli yüzü düzgün çalışmalarından biriydi. Avrupa Film Ödüllerine de adaylığı olan bu güçlü anlatım yapısına sahip film Ruben Östlund’un 6. Kurmacası ayrıca. İronik dokunuşlarıyla tanınan yönetmen bu filmde Avrupalı aile yapısındaki çatlaklara ve boşluklara eğiliyor. Eğilirken onları tedavi etmeye hayata kazandırmaya çalışıyor.

Anne, baba ve iki çocuktan oluşan çekirdek bir Avrupalı aile, özellikle babanın işlerinden vakit bulamaması nedeniyle bağlılıklarını tescilleyici ve ailevi değerleri hatırlatan bir tatile giderler. Kış tatili olduğu için de haliyle kayak mekânları gözde durumdadır, hele ki Fransız Alpleri yüksek sosyetenin olmazsa olmazıdır. Film beş ayrı gün ile başlıklandırılmış keza bu gün sayısı ailenin orada kaldığı gün sayısı ile aynıdır. İlk gün kayak kıyafetleriyle mutlu bir aile fotoğrafı çektirilir. Beraber yemek yenir, beraber diş fırçalanır beraber aynı yatağa yatılır. Aynı yatak cümlesi evli ve çocuklu bir aile için her ne kadar normal algılansa da bu aile tek bir büyük yatak üzerinde çoluk çocuk yatıyor ve öyle ki bağlılıkları uyuma tarzlarından bile belli bir göstergede ilerliyor.

Diğer gün terasta yenen güzel bir yemek esnasında dağdan inen beklenmedik ve paniğe yol açan çığ, akabinde birçok şeyi de alıp götürüyor. İlk etapta çığın kontrollü bir olay olduğuna ailesini inandırmak isteyen baba sonrasında ironik bir şekilde botlarını ve cep telefonunu alıp ailesini oracıkta bırakan korkak bir babaya dönüşüyor. Tabi bu durumdan etkilenen eşi ve çocukları bir anlık bu korkunun onlar üzerinde yarattığı simülasyonu üzerinden atlatamaz hale geliyorlar. Gün geçtikçe karısının ona karşı tavırlarında değişmelere yol açan bu olay, gitgide aileyi psikolojik bir çıkmaza sokuyor. Babanın o alışılageldik ağırlığını tamamen paramparça eden bu davranış kadın tarafından kabullenilemez bir hareket olarak nitelendirilirken kişisel anlamda etrafındaki tanıştıkları biri karısından boşanmış 20 yaşında bir başka kadınla takılan bir turist ve sevgilisinin üzerinde de yapıcı eleştirilere yol açıyor.

Kan pompalayamayan bir babanın çıkmazlarını, hasta ruhunun günah çıkartmasını ve parçalanışını izlerken kadının bireysel olarak aile içinde tutucu ve varoluşçu anaç karakter olarak yükselişine tanık oluyoruz. Bir otel içinde geçen aile mahkemesinde mağdur ve suçlunun kendi kendini aklamasına fırsat verilmesini ve bu fırsatı nasıl ve ne şekilde değerlendirememesini ölçümlüyoruz.

Östlund, aile içindeki kaosu bireysel farkındalıkları, anlık korkuları ve bireylerin ilgisizliklerini ayna gibi gerek çocukların tavırlarından gerekse ani dışavurumlardan hissettirmeye çalışıyor. Ayrıca kökeninde modern toplumların içinde yaşayan sıradanlaşan Avrupalı aile kurumlarının tekdüzeleşmesini ve bunu iyi duruma sokmaya çalışmak için her defasında daha da dibe batan kötü senaryonun altını çiziyor.

Otelde tanıştıkları diğer ailelerin de aslında birer yıkım yaşayıp daha sonra oluruna bıraktıkları evlilik hayatlarına da kamerasını çeviren Östlund, gitgide durağanlaşan aile yaşantısının ara sıra temiz kana ihtiyaç duyduğu ancak hala kan kaybeden bir hastalığın pençesinde olduğu gerçeğini de kendi ironik bütünselinde paylaşıyor.


Şimdilerde bile Avrupada sıkça görülen boşanmalar ve ayrı yaşamaların merkezinde yatan ilgisizlik ve duyarsızlık sorunlarının sona getirdiği yapay evlilikler ile onların eskaza meydana getirdiği zavallı ve masum çocuklarını da nasıl zehirlediği ve nasıl ruhsuzlaştırdığı şeklinde yaptığı analizle film gerçek anlamda çığ gibi büyüyen bir hastalığa neşter vuruyor. Bir anlamda ailenin üstüne gelen o çığ, metaforik sancıları ortaya çıkaran bir doğal sendrom gibi filmin can alıcı yerine yerleştiriliyor.

87.Oscar ödüllerinde de İsveç’in temsili en iyi yabancı dilde adayı olan film güçlü teması, sağlam oyunculukları ve dokunduğu noktaları bakımından ilgiyi hak ediyor.

18 Şubat 2015 Çarşamba

BİR MAÇ GÜNLÜĞÜ (DENİZ ÖZDEN)


Geçtiğimiz günlerde Kısakes Uluslararası Film Festivalinden Jüri Özel Ödülü ile Sinematürk seyirci ödülünü evine götüren yapıt 'Bir Maç Günlüğü', toplumsal oturmamışlık ve duyarsızlık konusunu traji-komik bir çerçevede alan geçen senenin adından söz ettiren kısa filmlerindendi.
Gerçekçi sinemanın gölgesinde yapılan 'Bir Maç Günlüğü', maç izleyen ve skora odaklanan bir grup insanın kahvehanede dışarda olup bitenlerden bihaber, maçın coşkun heyecanına kendilerini kaptırmasını hikaye eder.

Ardında dışarda neden ve nasıl olduğunu bilmediğimiz ancak Türkiye'nin bir gerçeği olan eylem hareketi ve içerisinde yer alan halkın gaz bulutuyla püskürtülmesi sessiz bir tiyatro gibi oynanır. İki taraflı bir ironik dışavurumun yaşandığı yapıt, oldukça kısa süresine rağmen uzun ve hatta hep uzun kalacak bir acının kabuğunu kaldırıp hafiften de olsa kanatıyor.

Filmin yönetmen ve senaristi Deniz Özden ile 'Bir Maç Günlüğü' ve genel sinema çizgisi ile ilgili kısa ve samimi bir söyleşi gerçekleştirdik.

SORU: Deniz Özden sinemasını kişisel olarak tarif edebilir misiniz?


Bu soru beni utandırdı çünkü henüz yolun çok başında biriyim.Beni gerçekci sinema çok etkiler. İlk filmimde (Müezzin) bireyin tepkisini anlatan bir film yaptım. İkinci filmim de toplumun tepkisini anlatan bir filmim oldu. Üçüncü kısa filmim de ise bir ailenin tepkisini anlatan bir film olacak. Bunlara bakarak değerlendirirsek tepkiler üzerine ya da durumlar üzerine kurulu bir sinema yapmaya çalışıyorum ama böyle demek ne kadar doğru emin değilim. 

SORU:Deniz Özden’i sinemaya götüren yolculuktan bahseder misiniz ?

Krzysztof Kieslowski'nin Mavi filmi ilk izlediğimde beni çok etkilemiştir.Bir gün Kenan Kılıç  hocam film okuması yapmıştı Mavi filmi hakkında. Bir filmin altında bu kadar çok anlam olabileceği beni daha çok etkilemişti, sonrasında ben de amatör olarak kısa filmler çektim.İlk kısa filmimi Almanya'da Avrupa Gençlik değişim projesi olan ''Get your own picture'' adı altında Levent Arslan'ın desteğiyle gerçekleştirdim.Levent Arslan'ın bana şans vermesi beni Almanya'ya davet etmesi beni çok cesaretlendirdi.Bugün film yapma arzum varsa bu iki güzel insan sayesinde var.

SORU: Bir Maç Günlüğü adlı yapıtınızdan bahsedecek olursak, konu olarak ilk size ateşleyen nokta ne oldu? Yani senaryosal sürece girmeden evvel çıkış noktası nasıl oluştu biraz bahseder misiniz?


Gezi eylemleri sırasında tüm ülke çalkalanıyordu, herkes gibi süreçleri takip ediyorduk basından, televizyondan. Yapılan her haber beni çok şaşırtıyordu.Basın orada olan gerçekleri saklıyordu buna şahit oluyorduk.  Taksim'de yaşanılanlardan haberi olmayan ya da görmek istemeyen insanlar da vardı.Bazıları dünya yansa umurunda değildi. Ali İsmail Korkmaz'ın sokakta dövülerek öldürülmesi, ufacık bir çocuğun ölümü arkasından alçakca şeyler söylenmesi. Yaşanılan travmatik  olaylara karşı insanların duyarsız tavırları bu filmin senaryo oluşumunda büyük rol oynadı.

SORU: Bir Maç Günlüğü bir anlamda gezi olaylarına da sanki şöyle bir dokunup geçiyor. Toplumsal boyutta ülkemiz oldukça yıpratıcı olaylar yaşadı. Yönetmen olarak bu konudaki düşünceleriniz nedir?

Siyasetcilerin, polisin gezi sürecindeki tavrı travma etkisi yarattığına inanıyorum.Bu durum birçok sanatçıyı etkiledi. İnanıyorum ki duyarlı sanatçılar yaşananları sanatlarında yansıtmaya devam edecektir. 

SORU : Bir Maç Günlüğü, yapısal anlamda hangi dinamiklere sahiptir?

Bana göre Bir Maç Günlüğü yapısal anlamda garip ve komik bir şekilde başlayan ve ironik şekilde biten kendi içinde ufak tefek dinamikleri olan bir kısa film. 

SORU : Karakter olarak değil ama aksine tema olarak yükseğe çıkan bir film. Filmde hiç belirli bir karakter yaratma konusu gündeme geldi mi?

Yapım sürecinde düşünmedim böyle bir şey. Ama filmi bitirdikten sonra başrol oyuncumuz üzerine başka filmler düşünmeye başladım.

SORU : Çekimler ne kadar sürdü? Nasıl bir teknik süreç geçirdiniz ?

Sanırım 6 saat civarında bir çekim oldu. Ekip ekipman konusunda birçok insan destek verdiği için güzel geçti.

SORU : Sinemasal yolculuğunda Deniz Özden neler yapacak? İlerideki çalışmalarınız hakkında biraz bahseder misiniz?

Benim kişisel olarak rahatsız olduğum konular var, onların üzerinde çalışıyorum yakın zamanda bir belgesel filmi geliyor.Bir de destek aradığım kısa film projem var o da eğlenceli güzel bir film olacak.

SORU : Ülkemizde geçen yıl bildiniz üzere sinemamızın 100.yılını kutladık. Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce uluslararası arenada gerçekten hak ettiğimiz yerde miyiz?

Türk sinemasını seviyorum güzel filmlerimiz var. Uluslararası film festivallerinden de gayet güzel sonuçlar kazanıyor filmler.Avrupa festivalleri Türk filmlerine değer veriyor.

SORU : Türkiye'de kısa film ile ilgilenenlerin sayısı oldukça fazla. Ancak kısa filme ulusal anlamda yeterli bir yatırım ve desteklenme olmuyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Sinema en pahalı sanatlardan bir tanesidir.Türkiye'de kısa filme destek neredeyse yok. Destek veren kurumlarda sansür uyguluyor.Hal böyle olunca ortaya çok avam filmler çıkıyor. Türk sinemasının en büyük problemi sansürdür. Türkiye'de sanata sanatçıya destek veren kişilere buradan seslenelim. Bağımsız film yapanların bu alanda ciddi yardıma ihtiyaçları var! 


15 Şubat 2015 Pazar

BAYRAM HARÇLIĞI - SERPİL ALTIN URKAN

Filmi izlerken insan ah o eski bayramlar gibi şimdilerde klişe ama alt metninde irdeleyici anlamlar yüklü cümleyi kullanmadan edemiyor maalesef. Serpil Altın Urkan’ın bizzat kendi kaleme aldığı bu hikâyede de Umut’un bayram harçlığı aldığı kısa bayram yolculuğu esnasında bu nostaljiyi yaşıyoruz. Çocuklar için çok önemli bir yeri olan bayramlar ve onların küçük mutluluklarına sebep olan paralar birleşince geleneksel Türk aile yapısının samimi cereyan ettiği ananelerine ilmek atmış Urkan.
Umut, adındaki sihirli manada da gizli olan o umudu bayram harçlıklarıyla pekiştiriyor. Her bir kapı çalındığında Urkan’ın metaforik yansımasından ayrı bir mutluluk kulvarı karşımıza çıkıyor ve bu Umut’u daha da umutlandırıyor.
Hayallerin günümüzde de parayla eşdeğerde olduğu materyal bir krallığın boyunduruğunda yaşıyoruz olmamız bile bayram günleri çocukları sevindirmenin aynı materyalle farklı bir dille metaforlanması ne kadar güzel ve alegorik bir yansıma olmuş aslında.
Paranın miktarı ne kadar fazlalaşırsa hayalin kalitesi de o kadar artıyor nispeten.
Hani eski bir deyiş vardır parayla saadet olmaz diye ne kadar da doğrudur aslında anlamında zira filmin içinde de bu rasyonellik kendini belli ediyor. Kapıcının aniden gelip birikmiş aidat ücretini istemesiyle ailenin çaresizce kullanmak zorunda olduğu Umut’un bayram harçlıkları bir anda uçup gidiyor ve geride Umut’un umutsuzluklarını bırakıyor.
Ancak çocuk dünyası işte maalesef bu umutsuzluk yerini bir anda mutluluğa bırakabiliyor. Sadece onun dünyasına renkli küçük bir başka mutluluk sokabilmek şartıyla..
Aslında ne kadar küçük şeylerden mutlu olunabileceği gerçeğini yönetmenimiz sayın  Urkan burada renkli bir atmosferde tıpkı kendini iyi hisset tarzı bir vitamin takviyesi halinde irdelemiş. Mutluluğun belki de tek resmi o rengi bulabileceğimiz bir fırsat tanımak kendimize.

Profesyonel anlamda ilk kısa filmini kotarmış Serpil Altın Urkan ile samimi bir sohbet gerçekleştirdik. İşte sohbetin ana hatları ve detayları; 

 Serpil Altın Urkan kimdir? Sinema hayatına başlangıç serüveninden bahseder misiniz?

1979’da Eskişehir’de doğdum. 2002’de Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi, Sinema TV Bölümü’nü birincilikle bitirdim Mezuniyetimden sonra  sinema, dizi, TV ve reklam sektöründe yönetmen yardımcılığı ve prodüktörlük yaptım. 2012’de istifa ederek bireysel projeler yapmaya karar verdim. Halen yapımcı ve yönetmen  olarak sinema ve reklam projelerini yürütmeye devam ediyorum. 
Sinema hayatıma başlangıç serüvenim 8 yaşlarında evdeki oyuncak bebeklerimi film kahramanları gibi konuşturduğumda başladı. İlk seyircilerim de ailem ve komşularımızdı. Herkes yaptığım kurgularda hikayenin sonunu görebilmek için bir demlik çay içmeden evimizden gitmezdi. Babam sonunda bana bir kamera aldı ve ben 13 yaşındayken sıralı kurguyla filmler çekiyordum.

Bayram Harçlığı sizin ilk çalışmanız mıdır? Varsa diğer çalışmalarınız ile ilgili bilgi verebilir misiniz?

« Bayram Harçlığı » benim profesyonel olanaklar ile çektiğim ilk kısa filmim. Daha önce okul projesi ve alıştırma olarak çektiğim kısa filmlerim ve belgesellerim var.  Bunlardan bazıları Benim Sinemalarım, Bozuk Kanal, Ben Giderim Adım Kalır, Geleceğe Yolculuk, Soygun ve Asansör’dür.

Bayram Harçlığı’nın çıkış noktası ve gelişme devresi hakkında konuşalım. Nasıl oldu ? Hareket noktasından itibaren projenin süreci hakkında neler söylemek istersiniz ?

« Bayram Harçlığı »  Slovakya’da 6 ay kaldığım dönemde başka kültürlerden insanların ülkemizi ve detayları merak etmesiyle ortaya çıkmış bir proje oldu. Kültürümüzü yansıtacak bir öyküyü bir çocuk kahraman üzerinden aktarmak istedim  ve hepimizin çocukluğunda  bir kez olsun mutlaka yaşamış olduğu bayram harçlığı hikayesini anlatmak istedim.  Yeniden sinema alanında birşeyler yapabilmek için iyi bir başlangıç filmi olacağını düşündüm ayrıca bir çocuk oyuncuyla çalışabilmenin zorluklarını da pratik etme imkanı yaratacağı için  kişisel deneyimlerim adına da kazanç sağlayacaktı.  Oluşturduğum projeyi öneri aşamasında başka insanlara kabul  etme şansım olup olmadığı görmek ve parasal fon yaratabilme adına Kültür Bakanlığı’nın yılda bir kez kabul ettiği « Kısa Film Yapım Desteği’ne » başvurdum ve senaryom pekçok proje arasından ilk 30’a girerek 12.500 TL ‘yi (2013’ün en yüksek desteğini) almaya hak kazandı. Bu da işi daha iyi yapabilmek için beni motive etti.

Bayram Harçlığı şimdiye dek pek çok ulusal ve uluslararası festival bünyesince de gösterim hakkı kazandı. Bu süreçte yaşadığınız veya eklemek istediğiniz neler olabilir?

« Bayram Harçlığı »  konusu itibariyle özellikle yurtdışı festivallerde gösterilmesini hayal ettiğim bir projeydi. Başka bir amacım da olabildiğince çok seyirciye ulaşabilmekti. Çocuk Hakları Film Festivali’nde ortalama 5000 çocuk izleyiciye ulaşmış olması ve toplamda 11 festivalde 10000’e yakın kişiyle buluşmuş olması benim bu proje için hedeflediğim değerlere ulaşmamı sağladı.

Serpil Altın Urkan sinemasının dinamiklerinden bahseder misiniz ? Mesela nelerden etkilenir? Nasıl bir dili vardır? Hangi ekolün alt katmanıdır? İşte bu Serpil hanımın filmidir diyebileceğimiz salt ve kült etmenleriniz var mıdır? Varsa nelerdir?

Benim sinema bakışımda hikayelerimin içinde « Mutluluk » kavramına mutlaka atıfta bulunulmasına özen gösteriyorum. Hepimizin hayatımız içinde cevap veremediği soruları vardır. Bu sebeple ben de kendi dünyamda görsel bir dille « Mutluluk » sorusuna cevap bulmaya çalışıyorum.  Başka bir odak noktam da kapılar. Kapılar ve sürpriz insanlar. Kapalıyken ardında ne olduğunu bilmediğimiz ama gidişatımızı değiştirecek kapılar. Kapıyı metafor olarak kullanmak beni huzurlu kılıyor. Kapalı mekânlar da sıkışıklık duygusunu yansıttığı için yine ilgimi çeken bir başka etmen. Yalnızlık halimize bir dönüş. Sıkışıklığımızın insanlık adına bir yansıması.

Sinemadaki pek çok akımın örneklerini izliyor, takip ediyor ve analiz etmeye çalışıyorum. Tekil olarak odaklanıp bundan çok etkileniyorum ve ben bu yolda yürüyeceğim dediğim herhangi bir ekol ya da akım yok. Benim birincil önceliğim her filmimde bir öncekinden bana göre daha iyi, bir sonrakinden daha alt seviyelerde film üretmek ve çıtayı hep yukarı doğru taşımak. Çünkü bana göre ilk filminizde 200 tane ödül toplarsanız herkes 2. filminizi merakla bekleyecek ve siz en iyisini yapma adına çabalayacak başarısız olursanız sanatçı krizine gireceksiniz. Bu sebeple alttan yukarı kendini taşıyabilmenin her anlamda sanatçıyı özgür kıldığına inanıyorum. Sinema üretiminde özgürlük yanında özgünlüğü getirir düşüncesindeyim.


Bayram Harçlığı kaç günde tamamlandı? Bu süreçte filmin oyuncu seçiminden kurgu boyutuna kadar olan heyecanlı çekim aşamasından biraz bahseder misiniz?

« Bayram Harçlığı » hazırlık süreci de dahil 3 ay  kadar bir sürede tamamlandı. Özellikle baş kahramanım 7 yaşında bir erkek çocuk olduğu için  çocuk oyuncu konusunda seçici davranmak istedim, bu sebeple de ön araştırmam sırasında bulduğum çocuklarla audition yaptım. Diğer kalabalık oyuncu kadrom için de dostlarımın tavsiyeleriyle ilerledim. Rüzgar Casting’in sevgili yönetici Ezgi Adoeye bu konuda bana çok destek oldu. Ekibimiz küçüktü ama herkes birbiriyle çok iyi anlaşıyordu. Güzel, keyifli bir çekim yaşadık. 

En çok sevdiğiniz ve unutamadığınız keza sinema dilinizin ortaya çıkmasında az yada çok etkisi olduğunu düşündüğünüz yapıtlar nelerdir?

Benim olmazsa olmazım Jean Pierre Jeunet’in AMELIE filmidir. Filmin özgün senaryosu ve yaratılan karakterin başarısı, renkleri, müziği, kurgusu, ses tasarımı, sanat yönetimi, görüntü dili, dinamiği beni oldukça etkilemiştir.  Hayata dair söylemek istediği mesaj da oldukça basit ama çok iyi anlatılmıştır. Aslında mutlu olabilmek için binlerce sebep varken biz neden hep mutsuzluğu seçeriz ki ?

Kısa film mi uzun fim mi ? Neden?

Bence her ikisi de. Ben hikayelerin sinemada kendi sürelerinde anlatım dili olduğuna inanıyorum. Bazı öyküleri kısa anlattığınızda tadı farklıdır, bazılarını da uzun. Bu  sebeple aslında kısa film mi çekeceksiniz, uzun mu hikayeniz karar veriyor. Ben uzun metraj tabi ki çekmek istiyorum ama kısa film projelerim de paralelinde olsun hayal ederek.

Türkiye’de yapılan kısa filmciliğin ve sektörün durumunu ve gidişatını yeni bir yönetmen olarak ve işin içinde biri olarak nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Türkiye’de kısa filmcilik her işte olduğu gibi hem iyi hem de kötü yapılıyor. Örneğin « festival filmi » üretelim düşüncesinde arkadaşlara rastlıyorum. Festivallerde ödül alarak sesini duyurmak, gidecekleri yolu kısaltmak derdinde olduklarını görüyorum. Aslında yönetmen için bana göre her şeyden önemlisi BİR FİLM YAPMAK! İçine sinen, hayatta gördüğün değerleri yansıtan, özgün, iyi niyetli bir bakışla en başta FİLM YAPMAK derdinde olunmalı diye düşünüyorum. « Festival filmi » üretmek isteyen arkadaşlar maalesef festivallerde popüler konular olarak değerlendirilen bazı konuları önemseyerek ön plana çıkmak istiyorlar. Özellikle etnik gruplarla ilgili yapılan filmlerin Avrupa Kısa Film Festivallerinde de revaçta olması, bu alanda tek düze filmler üretilmesine sebep oluyor düşüncesindeyim. Kısa filmlerde komedi türüne rastlanmıyor olması da belki bu sebepten.

Bir de kısa filmcilerin festival sorunu var. Belli başlı büyük kısa film festivalleri dışında filmin yaratıcısını neredeyse « kendi paranı ödeyerek gelirsen festivalimize katıl » diyen festival organizasyonları var. Elemeyi gerçekleştiren Ön jüri pek çok festivalde önceden deklare edilmiyor. 

Yeni projelerinizden bahseder misiniz ?

« Sokaktan Korkan Filmler « diye yarattığım bir konsept projem var. Aslında bir üçleme. Kadınlar üzerinden mutluluk kavramını tartıştığım evden çıkamayan 3 kadının hikayesi. Birbirinden bağımsız ama  tek mekan olgusuyla birleşen kadınların hikayesi. Devamında da senaryosunu bitirmek üzere olduğum bir uzun metraj projem var : « PARÇA » Bu projemde aynı konsept üzerinden ilerliyor. Kendimi sadece senarist ve yönetmenlikte değil aynı zamanda yapımcılık konusunda da geliştirmeye çalışıyorum. İyi bir yönetmenin yapım konusunda deneyimi olmasının üreteceği projeye çok katkısı olacağını düşünüyorum. Bu sebeple Korhan Uğur’un gerçekleştireceği 3. uzun metraj filminin yapımcılığını da üstleniyorum.

Sayın Urkan'a yeni projelerinde başarılar ve A Cup Cinema adına böyle güzel bir röportajı gerçekleştirdiğimiz için teşekkür ederim.






L'INCONNU DU LAC (STRANGER BY THE LAKE)

Yaz günü. Harika bir göl kıyısı ve arkasında beliren orman manzarası. Geri planda park etmiş arabalar. Sahilde güneşin ve dinginliğin tadını çıkaran bir grup erkek.  Şimdi buraya kadar gayet normal. Devamında bu güzel manzaranın alt metnini verir yönetmen bize. Sahilde takılanların eşcinsel kimliklerini gösterir önce. Sonra çırılçıplak vücutlarla sere serpe yayıldıkları göl plajı. Kamera yavaş yavaş gölden geriye, ormanın içine doğru geldikçe ağaçların arasında sevişen erkekler, onların arasından her şey normalmiş gibi gelip geçen başka erkekler ve sevişenlere bakarak mastürbasyon yapan başka erkekler kadraja girer. Ana kahramanla tanışırız. Zira o da bizi kendi beğendiği ve içlerinde en iyi ve gösterişli olan başka bir erkekle tanıştırır. Mekân tektir. Her şey o göl etrafında olup biter. Sanat çalışması, oyuncu koçu, kuaför, ekip algısı diye bir şey yoktur. Zira yönetmen filmi kendisi ile birlikte oynayan oyuncular ve figüranlarla çekmiştir.

Yönetmen Alain Guiraudie’nın 6.yapıtı olan ‘Stranger By The Lake’ aslında onun bir anlamda adını uluslararası anlamda duyuran en önemli ve en kişisel yapıtıdır diyebiliriz. 2013’te Cannes başta olmak üzere pek çok festivalde gösterilmiş ve özellikle yönetmenin neredeyse tam bağımsız bir formatta çektiği tek film olma özelliği ile övgü toplamıştır. Filmin ilginç notlarından bir tanesi de aşık olunan aktörün (Christophe Paou)Tom Selleck’e benzemesi, 1980’lerin meşhur dizilerinden ‘Magnum’un dönemin jönlerinden olan Hawai’li polis müfettişi Selleck’e de değinilmeden geçilmemiş.

Göl etrafında o muazzam manzaraya nazır erkeklerin oluşturduğu bir nevi şahsına münhasır cennet algısı ve bu algıyı bir nebze bozması için ortaya salıverilmiş şeytani bir varlık .İnsanın, o uçsuz bucaksız güzelliğini, o tanrısal doğayı çirkinleştiren ve suni deformasyonunu yansıtan o insan .Berraklığını ve suç ortaklığını beraber taşıyan göl, hem cennetindeki insanlara ev sahipliği yapıyor hem de onların ölümüne misafir kalıyor.İşte ironik derinsellik de burada. Doğa ve insanın denge kuramı.

Katil oldukça yakışıklı ve sportmen bir yapıya sahip  cennette avını arayan bir kurt gibi.Bir anda gölün içinden heybetiyle kumsala doğru çıkar ve nesnel çarpışmaya neden olur. Aurasına kapılan zavallı insanlar onun ekseni etrafında dönmeye hatta bazen kendini kaptırmaya başlarlar. Müteakiben gelen seks algısı, derinlerden çıkar ve vücuda dağılır ta ki aşk algısına dönüşünceye dek.

Ancak asıl olgusal problem burada  seks. Filmde masaya yatırılan konu seksin hayattaki zorunluluğu, vicdani değerleri alt üst edişi, bağlılığı sorgulaması ve yaşamla ölüm arasındaki kıyasıya çizginin saf belirleyicisi olması. Bu bağlamda yönetmen oldukça saf bir anlatım sergilemiş ve ilk etapta heteroseksüel bir ilişki kurgusunu oturtamadığı için homoseksüel bir yaklaşım getirmeye çalışmış. Ola ki böyle bir durum eşcinsel ilişkilerde karşılaşıldığında ne kadar etik ve yüzeysel olabiliyor insan sorusuna cevap da aramaya çalışmış Guiraudie.


Bir de gölde tarafsız durumdaki yani ne eşcinsel ne de hetero olan başka bir erkeğin varlığı daha vardır. Hatta bu erkeğin başta düşünceleriyle başrol karakterini etkilemiş olması ancak görüntü olarak da itmiş olması, onun diğer karanlık ama çekici erkeğe yönelmesinde oldukça etkili bir faktördür. Genelde gününü bu şişman erkekle kayalıkların orada konuşarak vakit geçiren ve diğer eli yüzü düzgün olanla da aşk yaşamayı tercih eden karakterimiz öyle bir ana gelecektir ki bu olay onun birtakım şeyleri daha mantıklı düşünmesi için eksen hazırlayacaktır. Akabinde gölün içinde bir cinayet yaşanır. O yapılı ve yakışıklı diye atfettiğimiz kişi kendisiyle önceden takılan başka birini gölde boğarak öldürür. Buna başrol karakteri şahit olur. O günden sonra içinde başlayan güvensizlik  ona karşı beslediği aşkı silip süpürmeye başlar.Kafasında  hep 'beni ne zaman öldürür?' sorusu dolaşır.

Neyi gördüğümüz ve neyi görmek istediğimizle alakalı oldukça skolastik bir penceresi olan yer yer hard core sahnelere kadar uzanarak gerçeklik ögelerini tam anlamıyla alt üst eden  yönetmen bizlere cennet adasında yaşanan bir anlık cehennemi yansıtmış. Banttan mı yoksa reel mi yaşıyoruz hiç belli değil zira zaman mekân kavramı üzerinde durulmamış bile. Buna gerek de duymamış aslında yönetmen. Sadece çırılçıplak saf bedenin içine şeytanlığı sokuvermiş ve laboratuvar faresi gibi sadece bakıp nereye gideceklerini ve ne yapacaklarını gözlemlemiş. Karakterlerine zevkin doruklarını yaşatırken onlara cehennemim ıstırabını da yaşatmış. Bu ters köşe deneyim kendisini adeta tanrısal bir boyuta taşımış. Enteresan bir saflığa ve sığlığa sahip bu film bir anda sansasyonel oluşumlara gebe oluverirken doğacak çocuğun hilkat garibesi mi yoksa nur topu gibi bir çocuk mu olacağını önceden kestiremiyorsunuz.

Film, 2013 Cahiers du cinema dergisinin yılın en iyi Avrupa filmi seçtiğini de hatırlatayım. 

14 Şubat 2015 Cumartesi

KIŞ UYKUSU

Sinemamızın 100.yılını kutlama şerefine eriştiğimiz ve Türk sinemasının altın çağı olarak nitelendirebileceğimiz 2014 yılının akıllarda kalan, altın palmiyeli filmi ‘Kış Uykusu’nu belki de izleyecek en güzel dönem şimdi diyebilirim. Hem havaların soğuk ve yağmurlu hem de gökyüzünün gri bir pastellikle kaplı olduğu bu tablo gibi dönemde bu filmi izlemek ayrı bir tat bırakıyor.

Nuri Bilge Ceylan, Anadolunun saf ve derin hikayelerini bıçkı fabrikasından ince eleyip sık dokuyarak çıkartmaya devam ederken bu kez yine Anadolunun göbeğinde farklı sınıflarda iki ayrı insan grubunun yaşadığı cehennemi, iyiliği ve kötülüğü yer yer Shakespeare monologlarıyla yer yer Bergman ekliptikleriyle bezeyerek saf bir Çehovyen balad haline  getirdiği bir Anadolu masalı sunuyor bizlere.

Hani hayvanların kan dolaşımlarının yavaş yavaş azaldığı ve derin bir uykuya yattıkları o mahrem kış yok mu, işte Aydın karakteri de o topraklarda uykuya yatmış birçok kez bozguna uğramış üst sınıfın yegane temsilcisi konumunda ağırlığını veriyor. Cemiyetten gelme Aydın, lüks bir yaşantının cıvıltılı sahnesinden çıkıp artık o diyalektikten uzak kendini ücra bir Anadolu kentine atmış ve orada sessiz imparatorluğunu kurmuştur. İmparatorluğuna sadece kendisini bir türlü sevemeyen yaşça genç karısı ve kocasından boşandığı için kendini bilinmedik bir derinliğe mahkum eden kız kardeşini de dahil etmiştir.

Aydın’ın ürkek, olaylara karşı savunmasız, kendini tatmin eden tavırcı ve narsist yanı etrafında sevilmeyen bir karakter olmasına yol açarken, başta en yakınları olmak üzere kentin alt tabaka diye adlandırdığımız avam kısmının da sessiz birer öfkesini kazanmıştır. Yıllarca sahnede rol yaparak sanatın içinde yaşamış olan Aydın, ne iyi bir sanatçı ne iyi bir kardeş ne de iyi bir eş olabilmiştir. Kaybeden kimliğini derinlerde saklayıp üstünü kocaman ve kalın bir ego ve gurur yorganıyla örtmüş ve yatağına kimseyi almamış özünde yapayalnız bir insandır Aydın.

Küçük ve adı bile bilinmeyen bir dergi için merkezinde tam olarak bilgi sahibi bile olmadığı konulardan makaleler yazarak belirli bir okuyucu kitlesiyle kendini kandıran zavallı bir asalak gibi yaşayan Aydın’ın karanlık psikolojisine ilk arabasının camına atılan masum bir elin tuttuğu bir taş parçası ile adım atarız. Akabinde takip eden lezzetli bir kurguyla, Aydın’ın tabiri caizse zombileştirdiği insanları tek tek tanımaya başlarız. Taşı atan çocuğun babasının durumuna üzülüp gurur yapan küçük bir okul çocuğu olduğunu,  onun yüzünden ayrıldığı ve zehirlediği kız kardeşini, tavırları ve sahte sevecenliğiyle yabancılaştırdığı karısını , binemediği atı, gidemediği yolu, öldürmeyi bile beceremediği tavşanı görürüz Ceylan’ın kadrajında.

Bergman’ın o sivri ve bitmek bilmeyen mücadeleci ve eleştirel tartışma diyaloglarını dinlerken adeta uzunluğuna bile bakmaksızın meseleye dalıp çözümsele inmeye çalıştıran tiratları tıpkı yer yer yakıp kavuran yer yer sığınmacı Platon örgüleriyle buluşturan lezzetli ve dingin bir tat alıyorsunuz. Hani Wild Strawberries - Yaban Çilekleri (1957) filminde yaşlı ve huysuz profesör Isak Borg’un bir gece rüyasında kendini ölmüş olarak gördüğü yüzü olmayan varlıkların dolaştığı Arnavut kaldırımlı bir mekanda artık hayatın ona ölümden başka bir şey sunmayacağı mektubunu attığı o muazzam sahne Aydın da uzaklaşmak için çıkmaya çalıştığı ancak önüne çıkan engellerden dolayı bir türlü çıkamadığı o meşhur İstanbul yolculuğuna gidemediğini karısına bile söyleyemediği o suç işlemiş çocuksu tavırları onu bir anlamda yarattığı kendi cehenneminden iki adım öteye bile gidemeyecek kadar yaşlanmış ve yorgun bir vücut haline getirdiği gerçeğiyle bire bir örtüşüyor.

Yine Anadolu’nun mesken olduğu yalnız insanlar ekibinden bu kez para zengini ama sevgi fakiri bir şehir adamının Anadolu’daki hemzemin yalnızlığını fırça darbeleriyle derinleştiren Ceylan, yağan karın senfonik materyalini de iyi kullanmış. Koskoca donuk ve soğuk bir otelin içini bile ısıtamayan bir yoğunluğa sahip Aydın’ın karakteri ve durumsallığı öyle tek taraflı değil de katmanlaşmış ve betonerme bir zemine eklenmiş adeta. Çocukluğundan gelen yalnızlığı ve hep benciliği Aydın’ı sevilmemiş bir çocuğun sevmeye hakkı olmayan veya sevmeyi beceremeyen toplumun içinde sarpalanan bir hilkat garibesi motifi çizerken etrafındaki semiz kişilikleri de kendi karanlığına sürüklemekten öte gidememiş.

Haluk Bilginer ustanın hayat verdiği Aydın, defalarca oturup üzerine konuşulacak ve bizim toplumda sık sık örneğine rastladığımız cinsten bir karakter. Oyunculukların ne kadar zirvede durdukları konusunda hiç yorum yapmaya bile gerek yok. Filmin tek negatif eleştirebileceğim noktası diyalog ve monologların müthiş uzamalarıyla görselliğin büyük bir kısmının tiyatrala kayması. Zira yönetmenin Kasaba ve Uzak gibi sessiz türkülerini dinlerken ve ortada kalan boşlukları daha rasyonel doldurabiliyorken şimdi bize bu şansı bırakmıyor Ceylan.

13 Şubat 2015 Cuma

OUR SUNHI

Ve tanrı Sunhi’yi yarattı…Kadın o kadar hassas bir temadır ki ikili ilişkilerde inişlere ve çıkışlara sebep olan ve hatta sonucu ve başlangıcı belirleyen yegane faktördür. Our Sunhi, adından da anlaşılacağı gibi kabullenilmiş ve sahiplenilmiş bir kadın (Sunhi) üzerine kurulu dört kişilik bir tiyatral rulet oyunudur. Ortada güzeller güzeli bir kadın vardır. Onun eski aşkı bir çocuk, üniversiteden öğretmeni ve öğretmenin kardeşi Sunhi için seçtikleri taşa bahis oynayan erkeklerdir. Eski aşkına karşı artık birşeyler hissetmeyen Sunhi, bir gün içki içmeye gittiği bir kafeteryada bira siparişi verir. Ancak birayla beraber tavuk da sipariş vermesi gerektiğini duyunca morali bozulan Sunhi, bu teklifi kabul eder. Masanın üzeri boş bira şişeleri ve tüketilmiş tavuk tabaklarıyla dolmuştur. Masanın penceresinden yolda gördüğü eski aşkını kafeteryaya çağırır. Birlikte birşeyler içerler ve Sunhi kalkıp gider. Tabiiki geride ona tekrar geri dönmek isteyen aşkının karşılık bulamamış bezgin haliyle ödemesi gereken bir sipariş listesi kalır.
Üniversiteden hocasıyla görüşüp yeni film okulu için referans mektubu ister. Öğretmeni de ona sadece yüzeysel ve Sunhi’nin ona yansıttığı özellikleri kaleme alır ve yazar. Ertesi gün referans mektubunu kıza verir. Sunhi, mektubu okur ve beğenmez. Tam olarak kendini yansıtmadığını hisseder ve daha detaylı bir referans mektubu talep eder. Bu sırada öğretmeninin ona olan yaklaşımlarına da izin verir. Ertesi gün daha detaylı bir mektup alan Sunhi, kendisiyle ilgili yazılan düşüncelerden dolayı memnun olur ve öğretmenini arayıp teşekkür eder.
Öğretmenin erkek kardeşi kendisini sürekli eve kapatan asosyal görünümlü bir karakterdir. Ancak derinine inilince tamamen sosyal ve sanatla alakalı bir kişi olduğu görülür. Sunhi’nin bir diğer hayranı da budur zaten.


Bu 3 erkek, film boyunca belirli aralıklarla görüşüp hoşlandıkları ortak kadın,Sunhi, hakkında konuşup dururlar. Bu karşılıklı konuşmalar, Sunhi’nin sürekli bilinen ortak özelliklerindendir. Çünkü herbiri Sunhi’nin ortak noktaları hakkında konuşup onu önemli hatta uç noktalara yerleştirmişlerdir. Oysa ki Sunhi de derinlerinde farklı ve kendini gösterdiğinden daha ayrıksı bir karaktere sahiptir. İçlerinde sadece birisini beraber içtikten sonra evin önünde öpen Sunhi, hiçbirisiyle duygusal bağlamda bir şey yaşamamış ve yaşamayı tercih etmemiştir.
Adeta, kadını masaya yatırıp erkekler üzerindeki kadın algısını ameliyat eden Soo, Sunhi’nin güzelliğini kullanıp erkekler üzerinde basit bir tanımlama yaratmış ve hepsini teker teker egale etmiştir. Kadının, erkeğin dünyasındaki kilit nokta olma denklemini alt üst eden alegorik bu anlatım dili, Soo’nun close up kamera teknikleriyle birleşmiş ve ortaya tiyatral bir Shakespeare diyalog ve monologları ortaya çıkmıştır.

Yer yer erkeklerin Sunhi’ye yaklaşımlarını yer yer uzaklaşmalarını ve yalnızlıklarını anlatırken, merkezi kısımda Sunhi, o film boyunca tek kıyafeti ve referans mektubunda da geçen tipik birkaç bilinen özelliği dışında erkeklerin Sunhi’si oluvermiştir. Sahip olduğuna inandıkları şeyin, aslında bildklerinden fazla bir şeyesahip olmadığını bilmeleri aptallığı boyunca savsaklanan 3 erkek, kadının patolojik gerçekliği üzerinde hiçbir yanılsama yaşamamışlardır. Bu da günümüzde standart aşk kalıplarının ne derece karmaşık ve tekdüze olduğuna dair ince bir taşlama kıvamında olduğunu da gösterir.

Cahiers Du Cinema dergisinin 2014’ün en iyi 10 film sıralamasına giren nadir bir anlatım yeteneği barındıran Our Sunhi, Hong Sang Soo’nun Güney Kore’den çıkma izlenmeyi hak eden yapıtlarından.