28 Aralık 2014 Pazar

SİNEMA DOĞUDAN YÜKSELİR- KADİR EMAN


Kısa Film üzerinde ülkemizde aslında o kadar çok isimsiz değerler var ki karış karış dolaşırken bu değerlere rastlayabiliyorsunuz. Anadolu'muz oluşumundan beri sanata ve sanatçıya hep bir beşik oluşturmuş kültürel bir hazinedir.Bu hazine, bağrında nice neferleri yetiştirmiş ve de yetiştirmeye devam etmektedir. İşte bunlardan biri de sevgili Kadir Eman.
Kendisi pek çok kısa filmci gibi, sinemaya hayatını veren ve sanatla iç içe yaşamayı kendine düstur edinen arkadaşlarımızdan biridir. Kendisiyle hem hayatı, hem kısa filmdeki deneyimleri hem de sinemasal bakışını konuşurken güneydoğu ve gitgide artan bir hızla etkisini hemen hemen her yıl daha fazla hissettiğimiz 'Kürt Sineması' üzerine samimi bir söyleşi gerçekleştirdik.

Ondan önce kısaca Kadir Eman kimdir hemen onun üzerinde birkaç cümle sarf etmek isterim.
Kadir Eman, 1990 Mardin Kızıltepe doğumlu, erkek kuaförü olarak çalışan ancak kısa film ve sinema projeleriyle uğraşan amatör bir sinemacı arkadaşımızdır. Kendisi hem set önü hem de set arkası çalışmalarında yer alarak her iki yönlü sinemasal zenginliği tecrübe edinmiştir. Sinemasal geçmişi 5 yıllık bir döneme dağılan Eman, 2010, yılında Halil İbrahim Çevik ile beraber çektikleri ve oyuncu olarak da katıldığı   'Son Suikast' adlı proje basında ve kamuoyunda oldukça beğeni kazanmıştır. Ses ve müzik alanında da önemli işlere imza atan Eman, kısa filmcilikte yetişen ve ileride güzel projelere damgasını vuracak olan güçlü neferlerdendir.

Sinema diliniz nedir? Sinema yaparken nelere dikkat ederseniz?

 Sinema dili olarak daha çok konu ve filmin teması üzerinde duruyorum. Ağırlıklı olarak konu bütünlüğüne ve giriş, gelişme ve sonuca dikkat ediyorum. Daha çok eğitici bir dil kullanıyorum ve bunları yaparken izleyiciye muhakkak kendi görüşünü dile getirme olanağı sağlıyorum. Konunun tamamını önceden tahmin edilecek şekilde vermemeye dikkat ederim. Bu sayede izleyiciye daha fazla seyir keyfi vereceğimi düşünüyorum. 


Kısa film denemelerine ne zaman başladınız ve buna etken olan ne oldu?

  Güneydoğuya gelen dizi ve film ekiplerinden etkilenerek arkadaşlarımla beraber amatör olarak başladık. Yaklaşık beş yıllık bir geçmişe sahibiz. Bu zaman içinde çeşitli festivallerde boy gösterdik.  


Bir kısa filmci olarak ülkemizde düzenlenen kısa film festivalleri ve destek kampanyalarını  yeterli buluyor musunuz? Ülkemizde bu alanda kaynak arayışı ve bu kaynağın dağılımı ne derece yapılabiliyor?

Türkiye genelinde hepimizin de bildiği gibi sinemaya gereken kıymet verilmiyor. Hele hele bizim doğudan bu işi yapıyor olmamız zorlukları ikiye katlıyor. Kaynak bulmak çok zor, bölgemizin sinemayla olan soğuk ilişkilerinden dolayı kaynak bulmakta zorlanıyoruz. bu da yaptığımız işi büyük oranda etkiliyor ve bizi sınırlıyor.

Ülkemizde son dönem Kürt sinemasının gayet iyi noktalara geldiğini gördük. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

 Evet, böyle sonuçlar görmek oldukça umut verici. Kürt kültürünün geçmişinin çok eski olması nedeniyle pek çok hikayeyi de filme almak işi kolaylaştırıyor. Bölgemizdeki gençlerin bir şeyler öğrenme potansiyeli çok yüksek. Onlara fırsat verildiği takdirde Kürt sinemasının kısa sürede daha iyi yerlerde olacağını düşünüyorum. 

Kısa filmcilere ülkemizde yeterince destek veriliyor mu? 

Maalesef hayır verilmiyor, Bu galiba ya yaptığımız sinemanın yanlış olduğunu ya da insanların buna pek değer vermediğiyle ilgili.. Biz de şuan beklentilerimize cevap alamıyoruz. 

Kısa film ve sinema alanında şimdiye kadar yapmış olduğunuz eserler nedir? Kimlerle çalıştınız? 

Kısa film olarak 'Tespih, Mektup, Su, Son Suikast, Niyet ile Amel, Sigaraya hayır, Ne ekersen onu biçersin, Kirli Oyuncaklar, 47.Bölge' filmlerinde yer aldım. Son olarak rüzgâr adlı kısa film çalışmasına şimdilik devam ediyoruz. Genellikle Mardinli Tarantino lakabıyla ünlenen Halil İbrahim çevik ve Güneydoğulu Bruce Lee lakabıyla tanınan Velit ataklı ile birlikte çalışmaya devam ediyorum.

Mardin'de sinema yapmak nasıl bir avantaj veya dezavantaj sizce?

Mardin mekân olarak çok güzel ve çekim alınan çoğu yerde izne gerek duyulmuyor. bu da bize hem görsel hem de zaman bakımından fayda sağlıyor. Dezavantajı ise Çalışmalarımıza destek bulamıyor olmamız ve ailelerimizin yaptığımız işe ön yargılarının olması...


Sinemanın hikayesel boyutu yada görseli üzerinde konuşmak gerekirse hangisi daha ağır basmalı ? Neden ?

Bir çok kişi film çekiyor ve doğrudan konudan bahsetmek istiyor. Sinema bunun için değildir. Konudan doğrudan bahsedildiğinde sinema anlamını yitiriyor. Örneğin Diyarbakır cezaevi üzerine bir film yapmak istenildiğinde, işkence salonunu gösterildiğinde  bir zaman sonra o görüntüler daha fazla etki yapmıyor ve durumu normalleştiriyor. Öte yandan benim için sinemada öykü görüntüden daha önemlidir. Ünlü yıldızların rol aldığı birçok film var. Bunlar insana hiçbir şey katmıyorlar ama  ünlü olmadan pek çok başarılı yapıtlar da vardır.


Hangi yönetmenler ve yapıtlardan etkilendiniz ?

Tarkovski, Angelopoulus, Bergman, Ozu, Bresson, Ray’dir. Sinema anlayışını ayrıca yeni dalga, İtalyan yeni gerçekçilik, devrim sonrası İran Sineması, ile ve özellikle Majid Majidi, Abbas Kiarostami  ile ilişkilendirmek mümkündür. Edebiyatçılardan ise Çehov ve Dostoyevski tabi. 


Mektup adlı kısa filmden konuşalım biraz. Filmi biraz anlatır mısınız ? Bu filmde gelinen asıl nokta ve filmdeki başarı çizginiz ne oldu ?

Filmde annesini yakın zamanda kaybetmiş olan küçük bir kızın hikayesini anlatıyoruz. Ondan bir kaç yaş büyük olan abisi, küçük kız kardeşinin durumunu fark edip, çözüm arayışında bulunur.Aynı zamanda 1. Uluslararası Sine-Marmaris film festivalinde gösterime hak kazanmıştı.


İlerideki projeniz Rüzgar hakkında konuşalım. Rüzgar bu bağlamda nasıl bir süreç izleyecek ve izleyenlere nasıl bir yansıma getirecek ?

 Rüzgâr adlı kısa filmi aslında asıl amacım gerçekten insanları birbirinden uzaklaştıran ve birbirinden yabancılaştıran büyük şehirler olduğunu düşündüm. Olay, bir anne ile oğlunun arasında geçiyor. Rüzgâr çalışmasında o kadar beni zorlayan bir durum olmadı. Ama çoğu zaman sürprizlerle karşılaştım, hava durumları izin vermiyordu. Mesela, biz rüzgâr beklerken yağmur yağıyordu.

İzleyenleri bu bağlamda, yabancılaşmış bir toplumda birey olabilme mücadelesine değinerek aslında bam teli olan azı ancak ağırı oynamanın fütursuzluğuna bir doğaçlama getirmeye çalışacağım.





24 Aralık 2014 Çarşamba

STILL THE WATER - NAOMI KAWASE



Cannes Film Festivalinin vazgeçilmez yönetmenlerinden Naomi Kawase, yıllar önce kotardığı “Suzaku” ile Altın Kamera, “Yas Ormanı” ile Jüri Büyük Ödülü kazandığı Cannes Festivalinde bu yılda en son başyapıtı ‘’Still The Water- Dingin Sular’’ ile 2014’e damgasını vurdu. Festivalin yarışma filmlerinin arasında yer alan yapıt, şayet Nuri Bilge Ceylan’ın ‘’Kış Uykusu’’ filmi altın palmiye almasaydı, yerine düşünülen tek adaydı Kawase’nin lirik dramı.

Japon kadın yönetmen Kawase, ‘’Still The Water’’ da metaforik bir transandantal yolculuğa çıkarırken bizi, ölüm ve yaşam arasındaki ince çizginin tez ve anti-tezlerini etimizi acıtarak gösteriyor.

Yine başrole sığınmış savunmasız, denizden korkan, arzularını içine gömen, baba hasretini ancak ona yaptığı belirli sayıda kısa süreli ziyaretlerle gideren, erkek olma ve büyüme sancıları taşıyan ve aşk kokusunun kapısını bir anda çalmasıyla beklenmedik bir duyguyu daha yaşamak zorunda kalan, annesiyle yaşayan ve annesinin başka erkeklerle birlikteliğine tahammül edemeyen, zamanı ileriye atmış yeni yetme bir çocuk, onun tam karşıtı sayılan yine ölüm döşeğinde şaman annesiyle birlikte mutlu mesut yaşayan, denizden korkmayan hatta onunla oynarcasına barışık yaşayan, cesur bir kız merkezinde dönen bir ölüm ve yaşam sendromu.

Giriş sekansının o içler acısı beyaz keçinin kurban edilişine tanık eder yönetmen bizi. Sanki ölümün mutlak sonuç olarak gösterilmesi gerekliliğini ilk etapta yedirir gibi başlığa. Sonra etrafa sıçrayan kan ile bozulan o rengârenk güzellik kadraja girer. Hayatın renk skalasına sokar kırmızı kanı Kawase, ki yaşamın özünü akıtır gözlerimizin önünde. İşte kaynak budur der ve en son boş bakışları kalır zavallı keçinin fading out olurken.

Turistik bir Japon adası, sükûnet içinde yaşayan insanlar, doğal güzellik derken bir gün sabah plajda bulunan bir erkek ceset bütün bu suskunluğu ve demi bozar.  Bir yandan polis durumu araştırırken, bir yandan da adanın neferlerinin içine dalar kamera. Dingin yaşamlar, dalgasız dingin sularla betimlenir.  Bol ahtapotlu makarnanın kokusunu bile duyarız, kimi zaman pejmürde elbiseleriyle adanın piri gibi dolaşan o yaşlı kambur dedeyi hissederiz kimi zaman da okyanusun o yosun kokan maviliği meltemle eser sanki film boyunca. 
Alt metinlerde gizli bir ölüm konusu kendi içinde parçalanıp kromozomlarına ayrışır. Ölümü öncelikle keçinin kurban edilmesiyle minimal bir seremoni eşliğinde verilir ve ardından plajda sanki cinayetvari  bir senaryoyla gösterilir. Şaman annenin beklenen ölümü ile şiirsellik kazanır. Ardından bakarız ki ölüm aslında dünyanın bir kuralı olup doğal karşılanan yerkabuğunun üstü gibidir artık. Her basıldığında çatırdayarak hep orda olduğunu hatırlatan sadık ve can dostumuz ölümü tanıştırır her karesinde bize Kawase. Gerek yok dünyanın elimizden aldığı canlara karşı koymanın anlamı der hikâye ve duruşunu sabitler sanki güçlü bir düşmanı hisseder gibi.

Aşk vardır keza birde. Kawase’nin lirik şiirselliğinin naif dengesini tutturduğu o aşk kavramı da dünyevi bir bedensel arzunun kaynağıdır.  Bunun sorgusu, anlamı, kaygısı yoktur. Kadın ya da erkek olsun fark etmez aşk hissedildikçe yaşanır, yaşandıkça arzulanır. Küçük çocuğun mantıksal çıkarımında yatan o önemli soru da budur zaten. Kadınların nasıl bu kadar rahat ve arzulu olduğu.  Bir erkek böyle güçlü bir değimi hemen kabullenemez, zira tecrübeleri yoksa bu erkeğin sürekli olayları ve kişileri yargılar.  Kawase’de burada tecrübelerin hayat kadar önemli birer etken madde olduklarını savunarak karakterlerin ritüel boşalmaları ve dışavurumlarını saf bir dille anlatmıştır.
Duyguların kabardığı zamanları okyanusun dalgalarının da kabardığı zamanlarla eşleştiren, hatta tayfun çıktığı zaman tamamen sinir krizi geçiren çocuğun o kör gecede nefret ettiği annesini yitirmesi, babasını ziyaret ettiğinde sırtında gördüğü dövmeyle etkileşim yaptırdığı ölen adamın sırt dövmesi, ölüm gününü bahçesindeki banyan ağacıyla kimsenin göremediği ve de anlamadığı bir dilde konuşan şaman kadının durumu güçlü metaforlarla anlatılmış.

Annesini affedebilmesi, ona olan sevgisini ortaya çıkarabilmesiyle mümkün olan küçük delikanlının, desteğini hiç esirgemeyen kız arkadaşı ile filmin son karesinde özgürce ve korkmadan çırılçıplak denize girmesi artık korkularından tamamen sıyrıldığını, kız arkadaşıyla ilk defa sevişebildiği sahnede de arzularını derinlerden çıkarabildiğini rahatlıkla görebiliriz.

Kawase, bir kez daha dünyanın alışılageldik kurallarını yine onun defterinden satır satır verirken, bu satır aralarında yaşayan insanlarına acı çektirerek tecrübe kazandırıp mutluluğu hak etmelerini sağlayan bir tanrıyı ete kemiğe büründürüyor.



22 Aralık 2014 Pazartesi

BOYHOOD - RICHARD LINKLATER



1990’ların Amerikan Yeni Dalga Bağımsız Yönetmenlerinden Richard Linklater’dan gelen bu yılın en çarpıcı ritmine sahip yapıtlarından biri.

Linklater,ın belki de en iyi anlatım diline sahip bu yeni ekspresyonist  sosyo-kültürel  fenomeni, bir çocuk ve bir ergen gözünden önce kendi spekülatif gözlemlerini ardından yargılarını tüm çıplaklığıyla, gerçekçi bir çizgi üzerinden dile getiriyor.

Film,  merkezine oturmuş bir çocuk, çocuğun içinde yaşadığı parçalanmış bir aile örgüsü, bu örgüde yaşanan gitgeller,  anne ve babanın ayrı hayatlarında yaptıkları hatalar,  bu hataların çocuklara olan yansımaları,  ilerleyen yaş itibariyle gerek sosyal gerekse kültürel bunalımların içinde ergenleşen, pişen bir gençlik ve ete kemiğe bürünen tecrübelerin aynadaki yansımaları şeklinde ilerliyor.

Mason (Ellar Coltrane),  yani başroldeki o naif,  sessiz çocuk, bir anlamda masum dünyaya gelmiş bir bebeğin nasıl uçlarda bir ailenin elleri altında önce kabuğunu kırdığı ardından da iklimsel boyutta değişim gösteren hayatın onda bıraktığı dört mevsimsel etkileriyle büyüyen bir ergen çocuğun ilk pişmanlıkları, ilk aşkı,  ilk hayal kırıklıkları ve ilk isyanı sayılabilecek bir rasyonel periyodun savaşçısı oluveriyor. 

Amerikan aile yapısındaki çarpıklaşmaya alışık olduğumuz birçok filmin aksine, Linklater burada anlamsızlaştırdığı ve hiçbir şekilde sorgulamadığı bu yapıyı hiç sarsmadan içinde olup bitenleri gizli bir kamerayla verirmişçesine algıyı o çatı içinde yaşayan bireylere kamerasını çeviriyor. Elbette ki her ailede olduğu gibi etki alanı bu filmde de çocuklar üzerinden gidiyor. Bilindiği gibi ayrı yaşayan ailelerin çocukları da bu parçalanmadan nasibini alır ki bu yaralı toplumların hiç kabuk bağlamayan bir acısıdır. Mason,  ailesindeki bu ayrılıkçı tarafların hikâyesine çok detaylı konsantre olmuyor ancak onların içinde yaşadıkları devinimleri bize her birinin evinde ayrı ayrı kalarak gerçekçi boyutta sunuyor.

Karakter olarak Mason, ailevi ve onun etrafında süregelen olaylarla ilgili bağımsız yargılamalara girip kendi çıkarımlarını sağlayabiliyor. Nitekim anne ne kadar Mason’un bir parça annesi gibi olmasını isteyip baba da bir parça Mason’da kendisini görmek istemesi, Mason’u farklı noktalara kaydırmış olsa da.
Annenin, korumacı ve materyalist kaygıları ile geçmişten beri gerek kendi özel hayatında aldığı gerek se ailevi hayatında aldığı yanlış kararları olsa da; anne korumacıdır, anne sakınır, anne her şeyi düşünmelidir politikasını yetersiz hale getiren bir cam akvaryum haline getiren tipik anne profili, sanki ne yapsa yalnızlığını artık daha fazla gizleyecek konuma gelemeyen bir kadının toplumda gitgide dönüştüğü o yalnız ve çaresiz kadın haline, erkeğin ise kendi hayatında toplayıcı bir kadın olmadan yaşadığı serseri bir hayatta ne kadar mutlu değilse başka yaşamlara geçtiğinde dönüştüğü farklı kişiliklere de ayak uydurması bir anlamda onu da bireysel engelleri aşması gereken bir baba muhalefetine sokuyor. Çocuğu şekillendiren aile yapısı olduğu kadar, aileyi şekillendiren de çocuğun geleceği oluveriyor.

Mason’un çocuklukta gördüğü hayatın o muhteşem sihrinin, dayanılmaz büyüsünün aslında aldatıcı bir yanılsama olduğunu anlıyor. Başta annesi ile babasının evlilik yemini ederek başladıkları hayata daha sonra her nasılsa ayrı düşerek örnek bile olamadıkları hayat zaten Mason için eksi ile başlamaktan başka bir şey olamıyor. Ardından annesinin eş olarak hayatına kattığı yanlış erkekler, Mason üzerinde baskın bir tutum sergilerken, onun büyüdüğünü göremeyecek kadar da kör bir bakış açısına sahip üvey babaların da annesi üzerinde de bir kırılma yaşattığını gösteriyor.

Mason, bu yanlış insanların ve yozlaşmaların arasında kendine bir yer arayan küçük bedeni ayakta tutmaya çalışırken, suskunluğuna gizlediği kırgınlıklarını uzaklaşarak atabilen bir birey haline geliyor. Bu da Amerikan toplum yapısı büyüteç altına alınırken, toplumun alt katmanında ezilen bireylerin normları ve psikolojileri hakkında düşünme payı bırakıyor. Teknolojinin, sosyal gelişmişlik diye adlandırdığımız medyanın ve onun altındaki satırların, savaşların, sigaranın, içkinin, devlet yapılanmalarının, sahte ilişkilerin aslında gelenekselleşmiş ya da gelenek diye adı kalmış saf değerleri nasıl silip süpürdüğünü yaşayarak gözlemleyen Mason, nasıl ilk defa o güzel saçlarını bir anda sıfıra vurduran üvey babasına olan nefreti ilk kez yaşadıysa, ilk kez eline aldığı tüfekle atış yaparken de o kadar sosyalleşmiş bir erkek konumuna yükselmişti artık..

Tarkovski’nin meşhur insanın içsel algısına yaptığı yolculuğu sembolize eden The Mirror (1975) yapıtında da gördüğümüz insanın geçmişine dayalı acı ve tatlı hatıralarına yüklenip onlardan anlam çıkarması gibi ya da Ingmar Bergman’ın Smultronstället (1957)  (Yaban Çilekleri) adlı dev yapıtında emekli profesörün hayatında bir ayna gibi kendi içine bakıp anılarıyla şekillendirdiği ve anlam aradığı hayata dayalı gizemli ve muhteşem yolculuğu örnekleri gibi Boyhood’da da hayat aslında bir anlam arayışı ve ne kadar hayatın içinde olup olmadığımız dır. Söz konusu değişim, bizim neye dönüştüğümüz veya neyin bize dönüştüğü değil yaşamın o tatlı aldatmacası ve kurmacası içinde hangi rolü üstlendiğimizdir.

Boyhood, bu yılın en hatırı sayılır yapıtlarından olup Linklater gibi farklı üslupları dejenere olmadan kendi diliyle anlatan bir ustadan çıkmış bağımsızlardan olup, önümüzdeki Oscar ödül töreninde de adından söz ettirecek hatta yıllar geçse de ardından çok şey söyleyebileceğimiz bir yapıttır. Aslında film dediğin yıllar geçse de hakkında hala konuşturacak bir hatırası olan bir eser değil midir?

21 Aralık 2014 Pazar

DRIFTING CLOUDS - AKI KAURISMAKI



1996 yılında Cannes Film Festivali yarışma filmlerinden biri olan ''Drifting Clouds'', Aki Kaurismaki'nin usta ellerinden çıkma tam bir şaheserdir.

İleride yönetmenin çekeceği '' The Man Without A Past'' ve ''Lights In The Dusk'' filmlerinden oluşan yönetmenin ''Finlandiya'' üçlemesinin ilk  filmini oluşturur ayrıca.

Yıl 1995. Finlandiya da ekonımik durgunluk dönemi. Ilona'nın kocasının ona sürpriz olarak aldığı ancak borçlandığı ilk renkli televizyondan izlediğimiz haberler, jazz ustası Shelley Fisher'dan ruhlarımızı incelten kadife gibi sesiyle Lonesome Traveller  şarkısı eşliğinde kameranın dolaştığı Dubrovnik restorantında baş garson görevinde mutlu mesut çalışan Ilona, tramvay şoförlüğü yapan gururlu ancak karısına bağlı Lauri ve Kaurismaki'nin kendine özgü renkleriyle adeta masal şehrine dönüşmüş bir Finlandiya.

İş çıkısı Ilona'yı caddenin hemen yanından tramvayı ile alan Lauri, bir gün patronunun işçi sayısını azaltmaya gitmesi yönündeki kararına boyun eğip, patronun kardığı  iskambil kağıtlarından maalesef en küçüğünü seçerek ayrılmak zorunda kalır. Bu arada Dubrovnik restorantında çalışan Ilona'da işiyle ilgili ilginç bir gelişme yaşar. Patronu borçlarını kapatamayınca restorantı satılığa çıkarır ve içinde çalışan bütün işçileri de çıkartmak zorunda kalır. İşsiz kalan Ilona ve Lauri, sevgilerine tutunarak bir süre ayakta kalmaya çalışırlar.

Lauri, iş bulma konusunda Ilona'dan daha başarısızdır zira her işi yapabilen bir karakter olmadığı gibi gururlu ve burnu yere düşse eğilip almayan birisidir. Ilona ise her şekilde her türli işi yapabilecek kadar özgüvenli bir kadındır. İş bulma kurumuna başvuruda bulunduğunda ona tek önerilen işi kabul edebilmesi için üzerine ayrıca para vereceğini öğrenmesi ve maalesef bu işe ihtiyacı olduğu için gidip bankasında önceden biriktirmiş olduğu parayı çekip hiç tanımadığı bu adama vermesi, akabinde gittiği iş yerinde sigortasının yatmayıp maaşının da verilmemesi gibi yaşadığı onlarca aksilik ne onu ne de eve haciz getiren kocasını yıldırmamış ve hayata hala mutlu gözlerle bakabilmeyi başarmıştır.
Üstelik Ilona'nın Dubrovnikte beraber çalıştığı arkadaşlarına da kendi durumu kötüyken hala yardım edebilmesi ise Ilona'yı yücelten karakteristik notalardır.

Aki'nin diğer filmlerinde de görülen saf sinemasal akış ve traji komik çizgiler bu filmde de kendini göstermektedir. Genelde Aki'nin filmlerinde hangi yılda olduğumuzu televizyonda dinlediğimiz haber bültenlerinden anlarız keza burda da aynısı yer almaktadır. Aki'nin o meşhur iyilik meleği karakterleri dünyada ezilmiş ve mazlum bireylere yardım etmek için ellerinden geleni yaparlar. Ilona da burada başta işsiz kalan kocası olmak üzere Dubrovnik te beraber çalıştığı arkadaşlarına bile maddi manevi telkinde bulunan anaç bir role soyunur. Öyle ki Finlandiya üçlemesinin bu ilk halkası, sosyal gerçeklik kavramını duygusal bağırtılara yer vermeden soft ve ironik bağlamda anlatırken eleştiri oklarını devletin organlarına ve işleyişine esprili dokundurmalarla batırıyor. Bunu yaparken de toplumun en küçük bireylerini yaşadıkları olumsuz olaylarla sınıyor ve onların mutsuzluğunu sihirli değnekle mutluluğa çeviriyor.

Aki, her bir karakterini önce sistematik bir zarara  uğratıyor sonra da onu sonraki sürprizleriyle adeta ödüllendiriyor. Aki'nin tanrı olduğu bir filmde hiçbir karakter devlet sistemine ezilmiyor, boyun eğmiyor. Kaybeden ilk etapta birey gibi görünse de varolan sistemin kirli çamaşırları ortaya çıkıyor ve kaybeden konumuna getiriliyor.

Aki'nin hemen her filminde rastladığımız küçük bir köpek burada da beliriyor zira Aki, karakterlerin yalnızlığını paylaşmaları için onlara köpek ile hizmet ediyor. Aki'nin yapıtlarında köpek oldukça önemli bir rol üstleniyor. tablonun sürreel senfonisini tamamlayan bir fırça darbesi gibi köpek de solmaya yüz tutacak bir yalnızlığı ve acıyı öyle tersine çeviriyor ki, Charlie Chaplin'in endişelerini boşa çıktığını gördüğü andaki o saf gülümsemesi gibi ortalığı güllük gülistanlık ediveriyor.

Kati Qutinen, bu filmde de oyunculuğunun zirvesinde bir rol çıkarmış. Baş garsonken o sert görünümlü, kurallara itaat eden ve ettiren mesleğinin kadını imajını verirken, evinde tam bir eş ve işsizken de alt katmanın bitkin ve yorgun ancak mücadeleci kadınının çizgisini iyi vermiş.

Aki, bu eserinde Finlandiya'nın sokaklarını şiirsel nakarat olarak almış, onun içinde yaşayan insanlarını da mısralarına yerleştirmiştir. Samimiyet, sevgi, dürüstlük ve bağlılık temaları da alt metin olarak analiz edilmektedir. Rüzgarın yön değiştirmesiyle farklı yere savrulan bulutların metaforunda hareket eden insanların dünyasına eğilen Aki, o renkli doksanların Finlandiyasını, sistematik geçiş döneminden geçiren devlet mekanizmasının çarkları arasında kalmış zavallı bireyleri teneffüs etmek için okul dışına çıkarmış ve onlara farklı bir atmosferi tanıtıp tekrar okullarına yerleştirmiştir.


DEUX JOURS UNE NUIT - JEAN PIERRE,LUC DARDENNE


Jean Pierre-Luc Dardenne’in  9.cu yapıtı ‘Deux Jour Une Nuit’ başlı başına sinemasal gerçekliğin lezzetli bir lokması. Elbette ki Dardenne kardeşlerin en iyi filmi değil, keza ‘Rosetta (1999)’nın sarsıcı etkisinden kurtulabilen veya 
‘Le gamin au vélo (2011) (Bisikletli Çocuk)’ nun metaformozoundan çıkabilen saf Dardenne izleyicisini her ne kadar bir derece hayal kırıklığına uğratsa da, kendi janrlarında etkisini sağlam oyuncu performansı ve tematik difüzyonları 2014 yılının izlenmeyi hakeden bir yapıtı olarak öne çıkıyor.

Marion Cotillard, Sandra rolünde işçi sınıfının mücadeleci, cesur ve bir o kadar da gururlu kadını sıfatını o kadar mağrur üzerinde taşıyor ki La môme (2007) filminde hayat verdiği ölümsüz  Edith Piaf gibi şöyle farklı bir yere konulacak düsturda ayrı bir söz edilesi parçası çıkıveriyor Dardenne’lerin filminde. 

Hemen hemen tek elbiseyle, hani şu standart pembe renkli kısa askılı tişörtüyle, bir sabah gelen ani telefonla sarsılan ve durmak bilmeyen bir mücadeleye sıçrayan Sandra, iş arkadaşlarının kendi aleyhine verdiği oylama ile işten çıkarılma durumuyla karşı karşıya kalır. Mücadele basamak basamak her bir oy kullanan arkadaşına yaptığı kısa ve öz ziyaretlerle anlam kazanır. Bu anlam, izleyiciye hem Sandra’nın kendi kişisel metabolizması hakkında bilgi verirken etrafındaki iş arkadaşlarının Sandra ile ilgili ve ayrı olan kimyaları konusunda da net çıkarımlara vardırır.
Sandra, evinde anne ve eş olarak belli bir duraklama dönemine girmiş ancak haklı nedenlerine sarılan acı dolu bir kadın imajını korurken, işinde de bu paralelde bir işçi etiketi içinde hareket eder. Ayrılıkçı düşünceler içinde gel gitler yaşayan Sandra’nın aile içinde kendi kocasına karşı sorguladığı ve bizim görebildiğimiz tek sekans, Sandra’nın kocasına artık eskisi gibi sevişmediklerini hatırlatmasıyla doğan bir alt katmandır.

Birlikte dondurma yedikleri sahne vardır hani şu Sandra’nın ağaçta öten bir kuşu kıskandığı sahne. İşte tam orada, Sandra’yı tamamen yapayalnız gördüğümüz nadir anlardandır. Dardenne kardeşler, Sandra’nın cisimsel yalnızlığını sosyal kumbaralarında o kadar ekonomik kullanmışlardır ki, ense kamerasıyla elde ettikleri psikolojik benmerkezciliği, rasyonel yalnızlığıyla birleştiren farklı bir atmosfere dönüştürmeye çalışmışlardır. Sandra aslında, o kadar ağır bir yükle dolaşır ki sokakları, bunu yürürken o ayaklarındaki ve özellikle yüz odaklarındaki belirsiz mimiklerden anlayabiliriz.
Dardenne’ler tıpkı Rosetta’da ulaştıkları sosyal buruşmayı ve akabindeki psikolojik derişmeyi bu filmde de deşmeye çalışmışlar ve Sandra, burada  ameliyat masasına yatırılmış ağır hastayı  oynarken, kendi başına iyileşmeye çabalarken aynı derece de kendi ölümüne de sebep olan panel bir karakteri canlandırmıştır.

Toplumsal değişimlerin ve sistemsel eziciliğin birey üzerinde farklı etkileri olduğu ve Sandra’nın  burada dışa vurduğu karakteristik ve tokat gibi iz bırakan etkileri açısından Dardenne’ler  yine etkisi yıl boyu konuşulacak bir filme imza atmışlardır.


20 Aralık 2014 Cumartesi

SÛRET (CÜNEYT KARAKUŞ)

Son zamanlarda ülkemizde kısa film adına gayet güzel çalışmalar ortaya çıkıyor. Sinemanın bu 100.yılını kutladığımız senede açıkçası uzun metraj kadar kısa metraj yapıtlarda da ne kadar zengin bir menüye sahip olduğumuzun aşikar olduğu bir gerçek. İşte bunlardan birisi Cüneyt Karakuş yönetiminde gerçekleştirilen ''Suret''. 1.Uluslararası Boğaziçi Film Festivali,25.Ankara Uluslararası Film Festivali,26.Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali bünyesinde gösterilen ve en iyi kurgu yönetmeni, en iyi erkek oyuncu,en iyi

TESİYAP destekli film ve kurmaca dallarında birçok ödülü evine götüren yapım, şu sıralarda yurt dışı festivallerinde de yerini arıyor.

Suret, senaryosundan set tasarımına, kostümden çekim tekniklerine kadar aslında belirli bir süzgeçten geçirilmiş sağlam temeller üzerine oturan bir yapım her şeyden önce.Temiz ve yalın bir görüntü seçimi ile anlatım dili yönetmenin izleyiciye karşı olan saygısını da gösterir zira film başlangıç sahnesinden finale kadar bu netliği ve duruluğu fazlasıyla veriyor.. Oyuncu seçimindeki doğru karar da senaryo metnini haklı çıkaracak tarzdan adeta. Filmin teknik altyapısının dışında asıl karşı karşıya olduğumuz merkezde çöreklenen ana tema. 

 Adem adında annesiyle beraber yaşayan ya da yaşamak zorunda olan bir erkek ve onun hemen yanı başında duran annesi. İlk etapta gayet sığ dursa da bireyin ev içindeki asosyal durumuna çizik atılan bir hikâye.  Adem sanki ilk insan türevinden fırlamış ve yasak elmanın etrafında dolanan masum, kendi halinde bir erkek. Çalıştığı fabrikada şemsiye yapımıyla uğraşan bir işçi pozisyonu olarak gördüğümüz Adem, halkın içinden birisi aslında ancak Adem’de yolunda gitmeyen bir şeyler var.  Öyle ki Adem, işten eve, evden işe tamamen standartlaşmış hayatı arasında gidip gelen siyah bir şemsiyenin altını dolduran standart bir birey. Konuşmamayı seçen ancak derin mimiklerinin altında uzun parantezlerle konuşan birisi. Anne, tam aksine oldukça fazla konuşan ve hatta Adem’i bu yönde sıktığını dahi düşünmeyecek kadar kör bir sevgiyle bağlı olan bir anne.

Ana ve oğul temasının bu denli birbirine uzak ve keza yakın çarpıştığı bir hikâye, filmin derin noktasında ara ara kıyıya vuran bir dalga gibi hissettiriyor kendini.  Annenin bir yere koyduğu ve değiştirmediği evlat konumu, Adem’in yine bir yere koyup değiştiremediği annesinin kafasındaki konumuyla eşdeğer aslında. Bu da ev içinde barışık ve huzurlu bir düzen tutturduklarını da gösteriyor.  İki taraf çıkış aramıyor film boyunca aksine gitgide daha da yakınlaşıyorlar. Bu paralelde düşünürsek, anne oğul ilişkisi bir vazgeçilmezlik bütünselliği kazanıyor ve bu Adem’i öyle derinden etkiliyor ki sadece anne ekseninde dönen bir uydu misali her yaptığı ve her düşündüğü şeyin bu düzlemde olması gerektiğini düşündürüyor. Aslında bundan mutlu olduğunu görmüyoruz çünkü annesiyle izledikleri bir Türk filmi sırasında annesinin olmasını istediği ve şu an olduğu hali arasında kişisel eleştirisini ve kendi acınacak halini oracıkta aklından geçiriveriyor.

Adem’in otobüs durağında karşılaştığı sarı şemsiyeli kıza olan bakışı, siyah şemsiyenin ilk defa farklı bir renk skalasında kalıp mutlu olması edasıyla farklı bir yörüngeye geçiyor. O andan itibaren Adem, bu kızı içinde adeta yaşıyor, ona bir rol veriyor ve onu özel kılıyor. Gizli bir aşk dolambacında onu bir masal kahramanı haline getiriyor ve bunu etrafındaki en yakınına, annesine hissettiriyor. Ancak o esnada annesinin tepkisi bile o kadar rahat ve hazırlıklı oluyor ki Adem’in varlığının iplerini hala elinde tuttuğunun garantisini de veriyor.

Bir filmde kullanılan çalışan makine sesleri ve hareketleri bir anlamda etrafında çalışan insanları hayata bağlayan realist bir göndermedir. Bu tablonun içine giren ayrıca rasyonel bir kavram daha vardır ki bu da makineleşmiş insanın kronolojik bir görüntüsüdür. İşte makinelerin gürültüsü ve basmakalıp bir yaşam formatı evde annesinin izlediği programlar dahilinde standartlaşan asosyal-psiko nevrotik bir dünya ile karmaşa içinde olmasına rağmen Adem, ikisinin arasında kurguladığı farklı bir dünyanın kahramanı oluveriyor.

Kadınların, özellikler evde kalıp hayatı televizyonda yemek programları, diziler ve bu tarz şeyleri izleyerek geçiren ve bütün dünyası dört duvar arsından ibaret olan kadınların öz eleştirisini de yapıyor Cüneyt Karakuş. Diğer taraftan bunun ağırlığını derinden hisseden Adem’in durakta gördüğü ve hiç konuşmayan ancak farklı ir renk şemsiye ile beliren o kadını görünce aklının bir köşesinde onu mutlu eden bir kapının açıldığını fark ediyor.  Kendisiyle ortak birçok özelliğini de gören Adem, bu kadını bir anda benimsiyor. Bu da Adem’in ev ve iş yerindeki o robotlaşma ve standartlaşmadan nefes nefese kaçma isteğini de göstermesi açısından değerli bir kaynak olma özelliği taşıyor.
Aşk insanın duygularını karmaşıklaştırır elbette ki bunu fabrikanın önüne gelip şemsiyesini açtığında yağmuru yağacağını tahmin etmesi ve tahmininin bu yönde sonuçlanmaması ile daha iyi anlıyoruz. İşte o an Adem koca bir elmayı dişliyor ve yasak olan bir duygunun velayetini alıyor. Annesine bile bu duygudan bahsetmeyip içinde yaşaması, bu konuya karşı gösterdiği nezaket ve gizliliğin boyutu hakkında da bilgi veriyor. Suretine aşık olduğu bir kadın aslında onun yıllar boyunca aşık olma denemelerinden sadece bir tanesi oluyor. O resmi yerleştirdiği koleksiyon tablosu aslında tek bir kadının suretinde birleşiyor.

Adem’in savunmasızlığını akvaryumu temizlerken yere düşürdüğü küçücük balığın ölümüyle dokunaklı olarak veriyor bize yönetmen. Orada Adem’in aslında ne kadar küçük bir çocuk olduğunu ve birisinin etkeni ve yardımı olmadan hayatta kalamadığını da görüyoruz.  Türk sinemasındaki yalnız erkek sendromu, onun iç dünyasıyla olan kargaşası ve karmaşası ile alakalıdır hep. Anayurt otelindeki Macit Koper’den, Tabutta Röveşatanın Ahmet Uğurlu’su örneklerindeki gibi erkeklerin içsel dünyası ve yalnızlığa bürünmesi onların standartlaşmış avam hayatlarının dışa vurmuş rahatlamasıdır adeta. Hele ki etken madde içsel ve de anne faktörü olunca erkek tüm samimiyetini kaybedebiliyor. 

 Cüneyt Karakuş’un imza attığı bu önemli yapıt katıldığı pek çok ulusal ve uluslararası festivalde de ödüllendirilmiştir. Bence 2014’ün en iyi kısalarından biri olduğuna inandığım ‘Suret’, yerinde kullanılan metaforların sergilediği yaralı bir portreyi, oldukça samimi ve sıra dışı anlamlandırmıştır. Neo-sembolik bir anlatım tercih edilerek benim sinemada en çok görmek istediğim ve kavramsal metabolizmayı tamamladığına inandığım refleksiv yansımalar kullanılmıştır.

Cüneyt Karakuş ile hem sinema çizgisi hem de Sûret ile ilgili samimi bir röportaj yaptık, saolsun kendisi de beni kırmayarak katıldı ve gerek sinemasal boyutta kendi dinamiklerini gerek se genel kısa filmciliğin ülkemizde yaşanan temel eksikliklerini anlattı.


Cüneyt Karakuş sinemasını bir kaç cümleyle anlatır mısınız?

Her an bir şey olacakmış hissi yaratan ama bir türlü bir şey olmayacağına inandığınız bir anda şaşırtan bir sinema yapmak istediğim… Karakterlerin olabildiğince derinlemesine incelendiği, birebir klasik anlatı sineması olmasa da bir izlek takip eden ama kurgunun sinemada en önemli etken olduğunu unutmayan bir sinema anlayışı…


Sinemayla ilk tanışmanızı anlatır mısınız?

İlkokula başlamadan evvel ya da en fazla ilkokul ikiye giderken olmalı, dayım ile sinemaya gitmiştik. Beyaz perdede birisi Uzakdoğu birisi Amerikan yapımı, ortalamanın üzerinde iki film izlemiştik. Uzakdoğu filminde köprünün üzerinde tek kolu ile neredeyse bir orduyu dövüşerek yenen bir adam vardı. Havada uçuşan kollar, etrafa saçılan kanlar, yumruklar hak getire… Yaşım küçük olmasına rağmen hiçbir sahneden kötü anlamda etkilenmemiştim… Ama aynı dönemleri hatırlıyorum… Annem hemen yanı başımda akşam yemeği için hazırlık yaparken, TRT’de Polanski’nin Sudaki Bıçağı’nı heyecanla izlediğimi anımsıyorum mesela… Tabi o zamanlar bilmiyorum izlediğim filmi ünlü bir yönetmenin çektiğini…


Sûret’in senaryosunu yazarken nasıl bir süreçten geçtiniz? Sûret’i oluşum haline getiren etken faktörler neler oldu?

Uzun metrajlı bir film çekmeyi, bunun için de üç parçalı bir senaryo ile amacıma ulaşabileceğimi düşündüm. Bu sayede birbirleri ile bağlantılı üç film öyküsü yazdım. İlk yazdığım Sûret’ti… Yani Sûret, uzun metrajlı bir filmin parçasıydı. Sonradan kısa film mantığı ile çekmeye karar verince ufak değişiklikler yaptım senaryoda… Senaryonun yazım süreci oldukça kısaydı. İki-üç gün içinde yazdığımı hatırlıyorum. Zîra filmin çekilmesinden iki yıl önce hazırdı senaryo… 

Hani her yönetmene sorulur ya filminiz ne kadar siz ve sizden etkiler taşıyor diye. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Çok fazla anlatmamalı belki… Ama Âdem ve filmin atmosferi ile az çok benzeştiğimi söyleyebilirim…


Adem karakteri nasıl şekillendi?

Âdem, aslında bir “âdem”… Yalnız, mutsuz, varolma nedenini aramayan ama aynı zamanda varoluşunun sanki mutsuzluk üzerine kurulu olduğunu da anlamış bir adam… Fakat onun şekillenme durumunun asıl çıkış noktası yalnızlık değil: “Âdem bir şemsiye fabrikasında/atölyesinde çalışsa ve bu arada bir kadına âşık olsa nasıl olur?” sorusu…


Filmin çekimleri ne kadar sürdü ve nasıl bir teknikle çektiniz?

Mekanların dağınık olmasının da etkisiyle dört iş günü… Teknik anlamda film dokusuna yakın bir görüntü istiyordum. O nedenle filme yakın bir tat verdiği için Canon C300 kullandık. Klasik anlatı sinemasının giriş/gelişme/sonuç bölümlerini kullanmayı tercih ettim. Fakat klasik anlatıdan biraz uzaklaşarak filmin sonunu daha açık, en azından soru işaretleri ile bırakmayı uygun gördüm. 

Film bittikten sonra bile yönetmenler tam anlamıyla istedikleri kıvama gelemediğini söyler. Sizde bu düşünce oldu mu? Kurgu sırasında filminiz değişim yaşadı mı’

Ben filmin olabildiğince senaryoya sadık çekilmesine inananlardanım. O nedenle kurgu sırasında bir değişime uğramadı film…


Cüneyt Karakuş sinemasını ve düşüncesini etkileyen akımlar,yönetmenler,yapıtlar vardır mutlaka. Bunun hakkında neler söyleyebilrsiniz?

Mutlaka vardır. Ama özellikle etkilendiğimi düşündüğüm bir sinema yok. Fakat özellikle sevdiğim iki yönetmeni zikretmek isterim. Bunlardan birisi Atıf Yılmaz, diğeri Roman Polanski’dir…


Daha sonraki projeleriniz üzerine konuşalım. Bu bağlamda ileride neler yapacak Cüneyt Karakuş?

Çekilmeye hazır üç uzun metrajlı film senaryom var. Bunlardan en kolay maddi desteği bulacağına inandığım senaryom üzerine yoğunlaştım. Bunun dışında iki belgesel ve senaryosunu yazabilirsem bir kısa filmi 2015’te bitirmeyi planlıyorum.


Sizce kısa film yapmak Türkiye’de ne kadar önemseniyor ve bu alanda uzun film kadar etkilerini görebildiğinize inanıyor musunuz? Kısa filmciliğin istenilen derecede yaygın bir dokuya sahip olmadığı ülkemizde bazı yönetmenlerin dışavurduğu bir sorun vardır, oda yeterince ilgi görememek ve desteklenmemek. Bu konuda sizin ekleyeceğiniz bir şeyler var mı?

Önemsenmiyor. Keşke önemsenseydi. Genel olarak bir geçiş süreci sineması, sinema öğrencilerinin öğrenme süreci ya da ben bir sinema yapayım deyip heveslenenlerin kısadan başlayayım o zaman süreci oluyor bence… Evet bunu ciddiye alarak yapan bir çok kişi vardır mutlaka ama benim genel kanım deneme ve geçiş süreci içinde kalan bir saha sanki… Ben uzun da çeksem kısa çekeceğimi biliyorum, ama ne hikmetse kısa ile başlayıp uzuna geçtikten sonra kısa filme yüz vermeyen sinemacılarımız var. Belki de sorunun küçük ama önemli parçalarından birisi de bu. Zîra ülkemizde ne kadar çok sinema profesyoneli kısa film çekmeye devam ederse, kısa film o kadar gelişir. Teknik olarak hemen herkesin iyi kameralara ulaşabiliyor olması filmin nitelik olarak yücelmesine katkı sağlamıyor, sağlamayacak… Desteklenme hususuna gelecek olursam, bir çok mecranın tersine kısa film maddi getirisi olmayan bir alan. O nedenle Kültür Bakanlığı ya da küçük fonlar veren festivaller/oluşumlar dışında desteklerin artacağını düşünmek zor… Biraz da bu yüzden profesyonel kişilerin kısa film çekmeleri ve hatta kısa filmcilere –aslında yapıyorlar ama- desteklerini artırarak vermeye devam etmeleri gerekmekte…


“Her film bir yoldur. Bazen düzdür istediğin yere, bazen sapaktır çıkmaza götürür. Şahsen ben çıkmaza götürmesini tercih ederim.” Seklinde bir sözünüz var. Burada aslında bir anlamda sinemasal çizginizi belirliyorsunuz, bakış açınızdan dem vuruyorsunuz. Sinema neden sizce çıkmaza götürmeli? Bu çıkmaz izleyiciyi nasıl etkilemeli? Bunun üzerinde konuşalım.


İnsanlar bildikleri yoldan gitmeyi tercih ederler. Sonunu bilirler çünkü, güvenlidir, eve ulaştırır onları… Ama ben gündelik hayatımda bile acelem yoksa başka bir sokağı denemeyi tercih ederim. Çıkmaz bir sokak dahi olsa başka bir izdüşüm yaratır, yolunuz uzar, belki başınıza bir iş gelir ama tekdüze olanın dışına çıkmış olursunuz aynı zamanda... Film yapmak da benim için böyle birşey… Evet bütün filmler benzeri öyküler/insanlar anlatır, belki ben de klasik anlatıdan yararlanabilirim filmimi çekerken… Ancak mühim olan yolun çetrefilli olması ve varılan noktanın izleyende filmden bağlarını koparmadan bambaşka düşünceler de yaratabilmesidir… Bir film bittiğinde bitmemeli. İzleyici jenerik yazıları akarken filme dair sorular sormaya devam etmeli kendine… Kafası biraz da olsa karışmalı ve bu karışıklık, filmin kendini anlatamaması nedeniyle değil, tam tersine başka yollar da var demesi nedeniyle oluşmalı… Filmdeki karakteri düşünmeli izleyici, öykünün bittiği noktadan her zaman -klasik anlamda- tatmin olmamalı… Tatmin olacaksa da bir çıkmaz sokak deneyimi olmalı bu… Eve gitmek için hâlâ çaba sarfedecek zorunda olmalı…
Benim için Sûret de öyle biraz… Klasik bir izlek takip etse de filmin sonunda birdenbire bir çıkmazla karşılaşırız. Öylesi daha iyi. Film zamansal sürecini tamamlasa bile izleyicide yeni/den başlar… Biraz da bu yüzden sapakları seviyorum. Tam eve vardık derken başka bir çıkmaz yol… Böylece geri dönüp başka bir yolu denemeniz gerekir… Hayat yeterince sıkıcı ve aslında tekdüze… Neden sinema da aynı hataya düşsün ya da sırf insanları eğlendirmek için aynı tekdüzeliği illa daha eğlenceli bir şekilde yeniden yapılandırsın ki! Filmler eğlendirmesin demiyorum, filmler eğlendirirken düşündürsün demek de istemiyorum. Ben, film bittiğinde, izleyende yeniden başlasın istiyorum...

19 Aralık 2014 Cuma

IDA - PAWEL PAWLIKOWSKI




En son ‘The Woman in the fifth ‘ ile bir görünüp bir kaybolan Polonyalı usta yönetmen Pawel Pawlikowski’nin beklediğimize değen usta işi bir anlatıma sahip siyah beyaz ağıtı ‘Ida’, kuşkusuz 2014 yılının en sade en iddiasız ama dönüp bakıldığında hatırlayacağınız kareleri beyninizin bir köşesinde sürekli tutacağınız bir film.


1960’ların Polonya’sında geçen hikâye, ruhban okulunda rahibelik eden genç ve güzel Anna’yı rahibe kıyafetleriyle birkaç ayinde görürüz. Özellikle seçilmiş siyah beyaz tonajın, soluk desenlerin altında yatan bakir güzelliği temsil eden Anna, her ne kadar kendine bir beden büyük gelse de ruhban okulunda sanki geçici bir süreliğine varmış izlenimi taşıyan ve aklında hep bir soru işaretiyle dolaşan bir rahibe görüntüsü vermektedir. 

Hayatta hiç kimsesinin olmadığını bilen Anna, bir gün teyzesinin varlığından haberdar olur ve hikâye orada hareketlenmeye başlar. Gerçek bir rahibe olmak için yemin aşamasına gelmiş Anna için bu ilginç bir gelişme olmuştur. Baş rahibenin ona gidip teyzesinden rahibe olacağı için gönül desteği alması rızası üzerine valiziyle yola çıkan Anna, kendi hayatıyla ilgili de bir yolculuğa çıkmış olur.

Teyzesini bulduğunda uzun yılların bitirmişliği ve bırakmışlığı arasında gidip gelen bir sarılmayla yılların tozunu siler teyzesiyle. Ardından eskiden yaşanılanlarla ilgili konuşmalar gelir tabii ki. Ancak arada teyzesinin yaşamından da kesitler öğrenir zavallı Anna. Mesela içki, sigara ve erkeklerle olan serseri hayatına sahip teyzesinin duruşu ile Anna’nın masum ve sessiz duruşu ters köşe yaratır.  Ancak Anna, tanrının bir hizmetçisi edasıyla teyzesini vazgeçirmeye çalışır ancak başaramayınca onu olduğu gibi kabullenir.

Anna, teyzesiyle eskilerden konuşurken öğrendiği ilk şey adının Anna değil Ida olduğu dur. Ida’nın bir Yahudi ismi olmasını öğrenmesi de ayrı bir sürpriz olur. Anna, bu isim değişikliği nedeniyle kendini biraz sorgular ve tanrının eşitlik ve adaleti savunduğu mertebede bunun gereksiz bir sorgulama olduğunu hisseder.

Teyzesiyle beraber bir bara gider ve orda müzik dinleyip ardından odaya çıkarlar. Şarkı söyleyen genç çocukla Ida arasında geçen konuşma, Ida’yı farklı bir noktaya sürükler. Artık Ida, yaşadığı her şeyi tanrısal inançlara uygunluk çizgisinde değerlendirmenin acizlik olduğu fikrine inanmaya başlar. Gün be gün kabuğundan sıyrılan bir ergen gibi Ida, değişim devresi yaşar.

Teyzesiyle buldukları ailesinin toplu mezarına gelince öğrendikleri korkunç gerçek Ida’nın tanrıyı sorgulamasına kadar gider. Keza akabinde teyzesinin sessiz intiharı ve Ida’nın iki dönemeç arasında kalması, teyzesinin evinde bulduğu sigarayı, içkiyi içip barda karşılaştığı genç delikanlıyla bir gece seks yapması bir anlamda içinde tanrıya karşı koruduğu masum ve bakir bedenine zarar vererek tanrıdan aldığı sessiz intikam gibi yansır.

Ailesinin Nazilerce hunhar bir şekilde katledilip çukura öylece atılmasını o güne şahit olan birisinden bizzat duyan Ida, tanrının o an orada varlığını neden gösteremediği inancına girip dehşete düşer.
Final sekansı elbette ki Pawlikowski’nin stratejisini de ortaya koyar bir anlamda keza Ida artık rahibelik makamına gelmek için can atan bir kız değil hayatın birkaç gün içerisinde öğrendiği dipsiz acılarını içinde hala tutan acılı ve günahkâr bir kadın olmuştur. Tanrının evinde diğer kızların rahibelik için ettiği yeminleri gördüğünde kahkahalarla gülmesi de buna vuran en güzel ve sade eleştirel bir bakıştır.

Ida, o hep bildiğimiz ve içimizde özel bir yerde sakladığımız geleneksel inançları ve düşünceleri yer le bir eden bir dönemece sokar izleyiciyi. Taraf tutmadan kararı izleyiciye bırakan o enstrümantel bitiş sendromu, filmden kalkıp gittiğiniz de de içinize taş gibi oturur. Ida’nın ya da Anna’nın gelgitleri ve derin saklanışları tüm çıplaklığıyla serzenişte bulunur filmde. İsimlerin değişmesiyle değişen karakter yapıları bize analiz etme hususunda daha net fikirler verir.

Bu yılın en iyileri arasında yer alan bu yapıt hem temasındaki ince nüanslarla hem oyuncusunun sade  ve naifliğiyle hem de siyah beyaz bir 60’lara bizi götüren Nazi işgali sonrası Polonya’nın sosyo-politik durumuna kamerasını uzatan Pawlikowski’nin natüralist sinema felsefesi için izlenmeye değer bir yapıttır.



18 Aralık 2014 Perşembe

MORE THAN TWO HOURS (ALI ASGARI)



As you may know, Iranian cinema is gradually making progress and almost every moment, we testify that there is a new Iranian project upcoming. Here I want to be honored to introduce you Ali Asgari and one of his perfectly-shot and worth to see short film  'More Than Two Hours' which was accepted to Cannes Short Competition along with the other International Short Film Festivals.

When I first watched this film, it made me feel something hurt in my heart deeply. I found my self as if I had an accident and hurt my leg than could not walk anymore even if I had been treated well.

It's just like vanishing in the city where you can have an opportunity to find someone who can speak your own language around you. Asgari scratches a hidden crook which has already been stereotyped  corruptional censor in Iran. Moreover, this nook makes so pain as he digs.

The story about a couple who copulates before their marriage. When the female partner has never ending bleeding and weakness under the same reason,they start to face so many problems in the local hospitals whereever they drive up in the night. Trying to communicate with the nurses for the help makes no sense in this way because every time they try to explain the situation , they are told that this is an illegal act and there is nothing to be done but calling police unless those two bring their identities od marriage certificate of them so this issue makes them  getting ruin hour by hour till that do them apart. Deficiencies in the social perspective against such copulation, individuals under affect of this form a centripetal force of the main story.

More Than Two Hours is a kind of fascinated film I have seen ever this year. Both story telling and the athmosphere of the darkness of the suffering  characters are stunning. In Turkey, we had an opportunity to watch it in Istanbul International Short Film Festival and got very good compliments there.

We had an interview with Ali Asgari and talked about his way of cinema,

Please tell me when and how did you make your own decision to start movie making?


I can not tell exactly when but maybe from when i was 17 or 18. during that time there was a TV program in Iran called Cinema 4 which used to show every friday and in this program they showed films by great filmmakers and after the screening there was a complete critic for the film that was shown by some of well-known Iranian cinema critics. I really liked that program and i think after that time i decided to be a filmmaker.

How is the big story that came into your mind for creating More Than two hours?

I wrote "More than two hours"by a co-writer (Farnoosh Samadi). the story was based on a true story that had happend to one of her friends. we always talk about different stories and when she told me this real story i eally was touched i i told her i want to make it.


Making realistic cinema requires some strong Dynamics inside. What kind of Dynamics did you put into your work in this case?

Basically the story of "More than two hours" is full of dynamics and the situation the characters are in is is full of tensions what i tried to do  was to  Subtilize a bit the story for not being exaggerated.


Tell us what the movie making language of Ali Asgari’ speaking on set please?

The Alphabet of cinema is image but there are lots of filmmakers that think having just beautiful images is enoght for a film so they try to attract audiance with beautiful images but i like beside the images, attract the audiance with story and that's why i select attractive stories. but it doesnot mean not caring about images sometimes a good images is much more better that lots of words for instance in "More than two hours"there is a scene after they escape from the hospital. the girl and boy are outside. the boy is looking at the city and the girl is sitting with her IV on his hand. there are no dialogues but for me that scene is the whole essence of the film.


Where is your story telling and movie making feeding from?

My story telling and movie making feeling come from the society. from the people, from what i hear and from my imagination. i mix all these together.

Can you tell me how it is like to be a director in Iran? What are the pros and cons? Is there a limit for any of movie maker to use freely his/her own language in Iran?

Film making in every part of the word is one of the most difficult job and every country has its own difficulty. most of them are financial problems. In Iran also there is financial problem but it is not the main problem. The main problem is that there are lots of people that must decide what you should make. You are not free to make what ever you want. There are lots of filters that you should pass. I am not talking just about censorship by government we have also cultural censorship. Iranian people can not tolerate lots of facts. 


What is the balance of making social and politic movies for you?

I don't make never political films. i am interested in social drama and i don't care about political side of it. Unfortunately most of the people want to condemn social films to be political but political cinema has its own characteristics. I don't advertise for any of Political parties and don't refuse any of them in my film. In fact what is important is the effect of some policies in the society 

Can you tell me what will be the next Project of Ali Asgari?

After more than two hours I made another short film which was continuating of "More than two hours"" called "The baby" which was just premiered in Venice Film festival and now I have started its festival circuit. i am now writing another short film and preparing for writing for a feature film as well.

17 Aralık 2014 Çarşamba

THE MATCH FACTORY GIRL - AKI KAURISMAKI



Kim bilmez ki dev yazar Andersen'in o yürekleri yakan 'Kibritçi Kız' masalını. Dünya klasıkleri içinde önemli bir yere sahip romanın sinema dünyasında da bir çok kez uyarlamaları yapılmıştı ancak Aki Kaurismaki'nin 1990 yapımı serbest uyarlaması daha farklı, daha nicelikli ve daha sert.

Kaurismaki'nin gedikli oyuncusu ve benimde oldukça başarılı bulduğum Kati Outinen'in başarılı performansı ile çıtasını en üst noktalara getiren saf sinema örneği Kibritçi Kız, mütemadiyen naif bir anlatımıyla seyreden ve bir anda masumiyetin bozulduğu ve kırıldığı bir noktaya bizi çekiveren olağanüstü bir serzeniş sunan bir yapım.

Fabrika kızı Iris yanlarında yaşadığı, aralarında nesnel alışverişin dışında hiçbir şeyin olmadığı yapay bir aile, tek başına uzandığı sessiz,soğuk ve dingin yatağı ve onu paylaştığı sessizliği.

Giriş sekansıyla derin bir makine sesini nöbetleşe ve peş peşe araya girdiği ahengi, önce izleyiciye kibritin imalatını gerçekçi ve saf şekilde sunar. Ardından o kibritlere dokunan beyaz ve soluk tenli bir kadın görünür. İş kıyafetlerini çıkarıp bizi o donuk yaşamının merkezi olan eve götürür. Evde konuşmadan çok duyduğumuz güncel olayları görselden veren eski bir televizyon, akabinde sesten veren kocaman bir radyo. Ev diye adlandırdığımız sosyal komünün, gizli mecrası bu ev, Iris'in kendi kokusunu aradığı bir köpek klubesi kıvamında olsa da içinin üşüdüğü ve buna dayanamadığı dikenli tellerle örülü sosyal bir hapishanedir. Bu bağlamda Aki, karakterini çamurun içinde göstermiş, sonrada orada çırpınan bir domuz gibi kendi pisliğinde barınmasına salık vermiştir.

Iris, bir gün iş çıkışı aldığı maaşı, bir konfeksiyonda gördüğü kırmızı bir kıyafete gözü takılıp ona harcar. Öyle ki bu yaptığı yaşadığı evdekiler tarafından uygun karşılanmaz ve dayak yer. Dışlanır ve elbiseyi geri götürmesi istenir. Elbetteki en ağırı, 'fahişe'sıfatının suratına vurulmasıdır.

Iris, kıyafeti giyer, bir barda bir erkekle göz göze gelir, onun evine gider, onunla yatar ve erkek ona evden çıkarken para bırakır. Iris ilk defa fahişe olduğunun farkına da varır. Bir elbisenin güzelliği ile Iris'in hep umut ettiği mutluluğa ortak bağlamda eşlik edememesi Iris'in duygularında hayal kırıklıkları ve kırılmalar yaşamasına neden olur. Ancak hamile olduğunu anladığında hazırladığı mektubu kendi elleriyle sevdiği adama vermesi ile başlayan kabus, ölümüne neden olduğu hiç tanımadığı bebeğine yaptığı katil uygulamasını babasına da yapma kararı almasıyla devam eder. Iris'in erkek egemenliğindeki toplumun içinde küçük mutluluklarla yaşama hayali kuran, tıpkı her bir kibrit çöpü alev aldığında sadece hayalini kibrit yandığı sürece sürdüren zavallı ve üşümüş bir genç kızın hayali gibi masalsı ve sadece masallarda var olabilen kalıcı mutlulukları kıskandığı noktada alevin söndüğü o sahte dünyanın şeytanlarından aldığı intikamı oldukça sert ve soğukkanlı şekilde veriyor.

Aki,saf insanın duygularını masaldaki temadan besleyerek, çürümüş toplum yapısına yedirmiş ve ortaya çıkan sonuç da harika olmuş zira karakteri kamufle etmeden bu korkunçlukla büyüten Aki, bu yozlaşmanın içine saf bir katil yaratmış ve intikamını da sert bir dokunuşla aldırtmıştır karakterine. Masumiyetin yıkılışına dair ele alınmış en iyi yapıtlardan biri olma özelliğine sahip Kibritçi Kız, Kati'nin o saf  Kibritçi Kız kimyasında verdiği masumiyeti akabinde çirkinleşen normların bünyesinde değişmek zorunda kalan bir canavara dönüşünü lezzetli bir saflıkta veriyor.

6 Aralık 2014 Cumartesi

BLACK COAL THIN ICE - YI'NAN DIAO


Çin'li yönetmen Yi'nan Diao'dan gelen bu yılın ilk büyük festivali olan Berlin Film Festivalinde altın ayıyı evine götüren film Kara kömür ince buz ( Black Coal Thin Ice) olmuştu.

Hem filmin Berlin de altın ayı alacak kadar ışıltısının olmamasından hem de filmin katılımcılar arasındaki en stilistik kara film olma özelliği taşımasından dolayı eleştirmenleri ikiye bölmüştü. Bir grup izleyici filmi yere göğe sığdıramazken diğer bir grup belirli düzeyde filmi ayakları üzerinde duran bir yapıt olarak saydı ancak en büyük ödülün ona gitmesini azıcık haksızlık olarak gördüler.

Kara kömür ince buz, gerçekten de neo-noir tarzının inceliklerini içinde barındıran oldukça saf ve melankolik bir anlatıma sahip. Özellikle başrol oyuncusunun hakkını verdiği kadınlarla çok uzun süreli ilişkilerde sendeleyen ve üzüntüsünü şişenin dibinde arayan arabesk bir dedektif  rolü gerçekten de övgüye değer bir oyunculuktu. Keza aşık olduğu sevgilisi olan o kasvetli çamaşırhanede çalışan sessiz ve bilmece gibi varlığıyla her an bir şeyler olabileceği sinyalini veren Gwei Lun Mei'nin de tek başına döktürdüğü o şiirsel ve izole karakteri de filmden kalma farklı lezzetleri barındırıyordu.

Gerilim unsurlarını çok iyi köşelere yerleştirmiş olan yönetmen Diao, filmde Hitchcockvari devinimsel hareketlere yer verirken Kitano'nun trajik komik karakter statülerini de kullanmış. Uzak doğu sinemasında yer yer işlenen kalabalık insanın yalnızlığını tematik anlamada rahatlatan esprili bir anlatım segmenti denemesi bu film dede kendini gösteriyor.

İşinde ve kadınlarla olan ilişkilerinde pek başarılı olmayan bir dedektifin hem işine hem de yeni bir aşka daha güçlü bağlarla eski hataları yapmadan başlayabileceği bir yeniden başlangıç hikayesi onu, derin bir cinayet davasının içine sürüklerken kendini kaptırdığı aşka yelken açtığı gizemli kadının asıl anahtar kelimeyi barındırdığını öğrendiğinde her şeyin bittiğine tanık olduğu ve yeniden başladığı yere döndüğü bir kara film örneği Kara kömür ince buz.

Film gerçekten de yiğidi öldür hakkını yeme filmlerinden ancak bende sinemasal kalitesi veya stilistik farklılığı ne kadar güzel olursa olsun altın ayı ödülünü alabilecek tarzda olduğuna inanmıyorum. Bir kere film olması gerektiği kadar sağlam ve ayakları üzerinde duran bir neo-noir örneği olabilir ama kötünün iyisi şeklinde verilmiş bir ödül olma olasılığı anlamında bana daha çok oturmuş gibi geliyor..Filmi izledikten sonra ağzımda yavan bir tat bırakmış bir lezzeti olan film maalesef oyuncuların güçlü performanslarının da kurtaramadığı sendromlara sahip. Film örgüsü her ne kadar bulmaca patiği şeklinde kafa karıştırma meylinde olsa da ayrık durduğu ve sınırlarını belirlediği noktaları iyi seçmeliydi.

Gereksiz diyalogların varlığı ve sürekli bir koşuşturma filmi bulandırmış. Oysaki bir Sapık örneğinde görülen Hitchcock'un o narin sessizliğe gömdüğü karakterin dehşetli dışa vurumu ve Lynch'in sonuna kadar taşıdığı gizemi film bitse de hala devam ettirdiği gibi bir bütünlük içinde olsaydı, bu yapıt neo-noir ölçütlerini de zorlamış ve bir tık üstte bir hal almış olabilirdi. Ancak ona rağmen gayet iyi ve sezonun izlenebilir enteresan uzak doğu yapıtlarından birisi olarak görüyorum.