Son zamanlarda ülkemizde kısa film adına gayet güzel çalışmalar ortaya çıkıyor. Sinemanın bu 100.yılını kutladığımız senede açıkçası uzun metraj kadar kısa metraj yapıtlarda da ne kadar zengin bir menüye sahip olduğumuzun aşikar olduğu bir gerçek. İşte bunlardan birisi Cüneyt Karakuş yönetiminde gerçekleştirilen ''Suret''. 1.Uluslararası Boğaziçi Film Festivali,25.Ankara Uluslararası Film Festivali,26.Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali bünyesinde gösterilen ve en iyi kurgu yönetmeni, en iyi erkek oyuncu,en iyi
TESİYAP destekli film ve kurmaca dallarında birçok ödülü evine götüren yapım, şu sıralarda yurt dışı festivallerinde de yerini arıyor.
Suret, senaryosundan set tasarımına, kostümden çekim tekniklerine kadar aslında belirli bir süzgeçten geçirilmiş sağlam temeller üzerine oturan bir yapım her şeyden önce.Temiz ve yalın bir görüntü seçimi ile anlatım dili yönetmenin izleyiciye karşı olan saygısını da gösterir zira film başlangıç sahnesinden finale kadar bu netliği ve duruluğu fazlasıyla veriyor.
. Oyuncu seçimindeki doğru karar da senaryo metnini haklı çıkaracak tarzdan
adeta. Filmin teknik altyapısının dışında asıl karşı karşıya olduğumuz merkezde
çöreklenen ana tema.
Adem adında annesiyle beraber yaşayan ya da yaşamak zorunda olan bir erkek
ve onun hemen yanı başında duran annesi. İlk etapta gayet sığ dursa da bireyin
ev içindeki asosyal durumuna çizik atılan bir hikâye. Adem sanki ilk insan türevinden fırlamış ve
yasak elmanın etrafında dolanan masum, kendi halinde bir erkek. Çalıştığı
fabrikada şemsiye yapımıyla uğraşan bir işçi pozisyonu olarak gördüğümüz Adem,
halkın içinden birisi aslında ancak Adem’de yolunda gitmeyen bir şeyler
var. Öyle ki Adem, işten eve, evden işe
tamamen standartlaşmış hayatı arasında gidip gelen siyah bir şemsiyenin altını
dolduran standart bir birey. Konuşmamayı seçen ancak derin mimiklerinin altında
uzun parantezlerle konuşan birisi. Anne, tam aksine oldukça fazla konuşan ve
hatta Adem’i bu yönde sıktığını dahi düşünmeyecek kadar kör bir sevgiyle bağlı
olan bir anne.
Ana ve oğul temasının bu denli birbirine uzak ve keza yakın çarpıştığı bir
hikâye, filmin derin noktasında ara ara kıyıya vuran bir dalga gibi
hissettiriyor kendini. Annenin bir yere
koyduğu ve değiştirmediği evlat konumu, Adem’in yine bir yere koyup
değiştiremediği annesinin kafasındaki konumuyla eşdeğer aslında. Bu da ev
içinde barışık ve huzurlu bir düzen tutturduklarını da gösteriyor. İki taraf çıkış aramıyor film boyunca aksine
gitgide daha da yakınlaşıyorlar. Bu paralelde düşünürsek, anne oğul ilişkisi
bir vazgeçilmezlik bütünselliği kazanıyor ve bu Adem’i öyle derinden etkiliyor
ki sadece anne ekseninde dönen bir uydu misali her yaptığı ve her düşündüğü şeyin
bu düzlemde olması gerektiğini düşündürüyor. Aslında bundan mutlu olduğunu
görmüyoruz çünkü annesiyle izledikleri bir Türk filmi sırasında annesinin
olmasını istediği ve şu an olduğu hali arasında kişisel eleştirisini ve kendi
acınacak halini oracıkta aklından geçiriveriyor.
Adem’in otobüs durağında karşılaştığı sarı şemsiyeli kıza olan bakışı,
siyah şemsiyenin ilk defa farklı bir renk skalasında kalıp mutlu olması
edasıyla farklı bir yörüngeye geçiyor. O andan itibaren Adem, bu kızı içinde
adeta yaşıyor, ona bir rol veriyor ve onu özel kılıyor. Gizli bir aşk
dolambacında onu bir masal kahramanı haline getiriyor ve bunu etrafındaki en
yakınına, annesine hissettiriyor. Ancak o esnada annesinin tepkisi bile o kadar
rahat ve hazırlıklı oluyor ki Adem’in varlığının iplerini hala elinde
tuttuğunun garantisini de veriyor.
Bir filmde kullanılan çalışan makine sesleri ve hareketleri bir anlamda
etrafında çalışan insanları hayata bağlayan realist bir göndermedir. Bu
tablonun içine giren ayrıca rasyonel bir kavram daha vardır ki bu da
makineleşmiş insanın kronolojik bir görüntüsüdür. İşte makinelerin gürültüsü ve
basmakalıp bir yaşam formatı evde annesinin izlediği programlar dahilinde
standartlaşan asosyal-psiko nevrotik bir dünya ile karmaşa içinde olmasına rağmen
Adem, ikisinin arasında kurguladığı farklı bir dünyanın kahramanı oluveriyor.
Kadınların, özellikler evde kalıp hayatı televizyonda yemek programları,
diziler ve bu tarz şeyleri izleyerek geçiren ve bütün dünyası dört duvar
arsından ibaret olan kadınların öz eleştirisini de yapıyor Cüneyt Karakuş.
Diğer taraftan bunun ağırlığını derinden hisseden Adem’in durakta gördüğü ve
hiç konuşmayan ancak farklı ir renk şemsiye ile beliren o kadını görünce
aklının bir köşesinde onu mutlu eden bir kapının açıldığını fark ediyor. Kendisiyle ortak birçok özelliğini de gören
Adem, bu kadını bir anda benimsiyor. Bu da Adem’in ev ve iş yerindeki o
robotlaşma ve standartlaşmadan nefes nefese kaçma isteğini de göstermesi
açısından değerli bir kaynak olma özelliği taşıyor.
Aşk insanın duygularını karmaşıklaştırır elbette ki bunu fabrikanın önüne
gelip şemsiyesini açtığında yağmuru yağacağını tahmin etmesi ve tahmininin bu
yönde sonuçlanmaması ile daha iyi anlıyoruz. İşte o an Adem koca bir elmayı
dişliyor ve yasak olan bir duygunun velayetini alıyor. Annesine bile bu
duygudan bahsetmeyip içinde yaşaması, bu konuya karşı gösterdiği nezaket ve
gizliliğin boyutu hakkında da bilgi veriyor. Suretine aşık olduğu bir kadın
aslında onun yıllar boyunca aşık olma denemelerinden sadece bir tanesi oluyor.
O resmi yerleştirdiği koleksiyon tablosu aslında tek bir kadının suretinde
birleşiyor.
Adem’in savunmasızlığını akvaryumu temizlerken yere düşürdüğü küçücük
balığın ölümüyle dokunaklı olarak veriyor bize yönetmen. Orada Adem’in aslında
ne kadar küçük bir çocuk olduğunu ve birisinin etkeni ve yardımı olmadan
hayatta kalamadığını da görüyoruz. Türk
sinemasındaki yalnız erkek sendromu, onun iç dünyasıyla olan kargaşası ve
karmaşası ile alakalıdır hep. Anayurt otelindeki Macit Koper’den, Tabutta
Röveşatanın Ahmet Uğurlu’su örneklerindeki gibi erkeklerin içsel dünyası ve
yalnızlığa bürünmesi onların standartlaşmış avam hayatlarının dışa vurmuş
rahatlamasıdır adeta. Hele ki etken madde içsel ve de anne faktörü olunca erkek
tüm samimiyetini kaybedebiliyor.
Cüneyt Karakuş’un imza attığı bu önemli yapıt katıldığı pek çok ulusal ve
uluslararası festivalde de ödüllendirilmiştir. Bence 2014’ün en iyi
kısalarından biri olduğuna inandığım ‘Suret’, yerinde kullanılan metaforların
sergilediği yaralı bir portreyi, oldukça samimi ve sıra dışı anlamlandırmıştır.
Neo-sembolik bir anlatım tercih edilerek benim sinemada en çok görmek istediğim
ve kavramsal metabolizmayı tamamladığına inandığım refleksiv yansımalar
kullanılmıştır.
Cüneyt Karakuş ile hem sinema çizgisi hem de Sûret ile ilgili samimi bir röportaj yaptık, saolsun kendisi de beni kırmayarak katıldı ve gerek sinemasal boyutta kendi dinamiklerini gerek se genel kısa filmciliğin ülkemizde yaşanan temel eksikliklerini anlattı.
Cüneyt Karakuş sinemasını bir kaç cümleyle anlatır mısınız?
Her an bir şey olacakmış hissi yaratan ama bir türlü bir şey olmayacağına
inandığınız bir anda şaşırtan bir sinema yapmak istediğim… Karakterlerin
olabildiğince derinlemesine incelendiği, birebir klasik anlatı sineması olmasa
da bir izlek takip eden ama kurgunun sinemada en önemli etken olduğunu
unutmayan bir sinema anlayışı…
Sinemayla ilk tanışmanızı anlatır mısınız?
İlkokula başlamadan evvel ya da en fazla ilkokul ikiye giderken olmalı,
dayım ile sinemaya gitmiştik. Beyaz perdede birisi Uzakdoğu birisi Amerikan
yapımı, ortalamanın üzerinde iki film izlemiştik. Uzakdoğu filminde köprünün
üzerinde tek kolu ile neredeyse bir orduyu dövüşerek yenen bir adam vardı.
Havada uçuşan kollar, etrafa saçılan kanlar, yumruklar hak getire… Yaşım küçük
olmasına rağmen hiçbir sahneden kötü anlamda etkilenmemiştim… Ama aynı
dönemleri hatırlıyorum… Annem hemen yanı başımda akşam yemeği için hazırlık
yaparken, TRT’de Polanski’nin Sudaki Bıçağı’nı heyecanla izlediğimi anımsıyorum
mesela… Tabi o zamanlar bilmiyorum izlediğim filmi ünlü bir yönetmenin
çektiğini…
Sûret’in senaryosunu yazarken nasıl bir süreçten geçtiniz? Sûret’i oluşum
haline getiren etken faktörler neler oldu?
Uzun metrajlı bir film çekmeyi, bunun için de üç parçalı bir senaryo ile
amacıma ulaşabileceğimi düşündüm. Bu sayede birbirleri ile bağlantılı üç film
öyküsü yazdım. İlk yazdığım Sûret’ti… Yani Sûret, uzun metrajlı bir filmin
parçasıydı. Sonradan kısa film mantığı ile çekmeye karar verince ufak
değişiklikler yaptım senaryoda… Senaryonun yazım süreci oldukça kısaydı. İki-üç
gün içinde yazdığımı hatırlıyorum. Zîra filmin çekilmesinden iki yıl önce
hazırdı senaryo…
Hani her yönetmene sorulur ya filminiz ne kadar siz ve sizden etkiler
taşıyor diye. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Çok fazla anlatmamalı belki… Ama Âdem ve filmin atmosferi ile az çok
benzeştiğimi söyleyebilirim…
Adem karakteri nasıl şekillendi?
Âdem, aslında bir “âdem”… Yalnız, mutsuz, varolma nedenini aramayan ama
aynı zamanda varoluşunun sanki mutsuzluk üzerine kurulu olduğunu da anlamış bir
adam… Fakat onun şekillenme durumunun asıl çıkış noktası yalnızlık değil: “Âdem
bir şemsiye fabrikasında/atölyesinde çalışsa ve bu arada bir kadına âşık olsa
nasıl olur?” sorusu…
Filmin çekimleri ne kadar sürdü ve nasıl bir teknikle çektiniz?
Mekanların dağınık olmasının da etkisiyle dört iş günü… Teknik anlamda film
dokusuna yakın bir görüntü istiyordum. O nedenle filme yakın bir tat verdiği
için Canon C300 kullandık. Klasik anlatı sinemasının giriş/gelişme/sonuç bölümlerini
kullanmayı tercih ettim. Fakat klasik anlatıdan biraz uzaklaşarak filmin sonunu
daha açık, en azından soru işaretleri ile bırakmayı uygun gördüm.
Film bittikten sonra bile yönetmenler tam anlamıyla istedikleri kıvama
gelemediğini söyler. Sizde bu düşünce oldu mu? Kurgu sırasında filminiz değişim
yaşadı mı’
Ben filmin olabildiğince senaryoya sadık çekilmesine inananlardanım. O
nedenle kurgu sırasında bir değişime uğramadı film…
Cüneyt Karakuş sinemasını ve düşüncesini etkileyen
akımlar,yönetmenler,yapıtlar vardır mutlaka. Bunun hakkında neler
söyleyebilrsiniz?
Mutlaka vardır. Ama özellikle etkilendiğimi düşündüğüm bir sinema yok.
Fakat özellikle sevdiğim iki yönetmeni zikretmek isterim. Bunlardan birisi Atıf
Yılmaz, diğeri Roman Polanski’dir…
Daha sonraki projeleriniz üzerine konuşalım. Bu bağlamda ileride neler
yapacak Cüneyt Karakuş?
Çekilmeye hazır üç uzun metrajlı film senaryom var. Bunlardan en kolay
maddi desteği bulacağına inandığım senaryom üzerine yoğunlaştım. Bunun dışında
iki belgesel ve senaryosunu yazabilirsem bir kısa filmi 2015’te bitirmeyi
planlıyorum.
Sizce kısa film yapmak Türkiye’de ne kadar önemseniyor ve bu alanda uzun
film kadar etkilerini görebildiğinize inanıyor musunuz? Kısa filmciliğin
istenilen derecede yaygın bir dokuya sahip olmadığı ülkemizde bazı
yönetmenlerin dışavurduğu bir sorun vardır, oda yeterince ilgi görememek ve
desteklenmemek. Bu konuda sizin ekleyeceğiniz bir şeyler var mı?
Önemsenmiyor. Keşke önemsenseydi. Genel olarak bir geçiş süreci sineması,
sinema öğrencilerinin öğrenme süreci ya da ben bir sinema yapayım deyip
heveslenenlerin kısadan başlayayım o zaman süreci oluyor bence… Evet bunu
ciddiye alarak yapan bir çok kişi vardır mutlaka ama benim genel kanım deneme
ve geçiş süreci içinde kalan bir saha sanki… Ben uzun da çeksem kısa çekeceğimi
biliyorum, ama ne hikmetse kısa ile başlayıp uzuna geçtikten sonra kısa filme
yüz vermeyen sinemacılarımız var. Belki de sorunun küçük ama önemli
parçalarından birisi de bu. Zîra ülkemizde ne kadar çok sinema profesyoneli
kısa film çekmeye devam ederse, kısa film o kadar gelişir. Teknik olarak hemen
herkesin iyi kameralara ulaşabiliyor olması filmin nitelik olarak yücelmesine
katkı sağlamıyor, sağlamayacak… Desteklenme hususuna gelecek olursam, bir çok
mecranın tersine kısa film maddi getirisi olmayan bir alan. O nedenle Kültür
Bakanlığı ya da küçük fonlar veren festivaller/oluşumlar dışında desteklerin
artacağını düşünmek zor… Biraz da bu yüzden profesyonel kişilerin kısa film
çekmeleri ve hatta kısa filmcilere –aslında yapıyorlar ama- desteklerini
artırarak vermeye devam etmeleri gerekmekte…
“Her film bir yoldur. Bazen düzdür istediğin yere, bazen sapaktır çıkmaza
götürür. Şahsen ben çıkmaza götürmesini tercih ederim.” Seklinde bir sözünüz
var. Burada aslında bir anlamda sinemasal çizginizi belirliyorsunuz, bakış
açınızdan dem vuruyorsunuz. Sinema neden sizce çıkmaza götürmeli? Bu çıkmaz
izleyiciyi nasıl etkilemeli? Bunun üzerinde konuşalım.
İnsanlar bildikleri yoldan gitmeyi tercih ederler. Sonunu bilirler çünkü,
güvenlidir, eve ulaştırır onları… Ama ben gündelik hayatımda bile acelem yoksa
başka bir sokağı denemeyi tercih ederim. Çıkmaz bir sokak dahi olsa başka bir
izdüşüm yaratır, yolunuz uzar, belki başınıza bir iş gelir ama tekdüze olanın
dışına çıkmış olursunuz aynı zamanda... Film yapmak da benim için böyle birşey…
Evet bütün filmler benzeri öyküler/insanlar anlatır, belki ben de klasik
anlatıdan yararlanabilirim filmimi çekerken… Ancak mühim olan yolun çetrefilli
olması ve varılan noktanın izleyende filmden bağlarını koparmadan bambaşka
düşünceler de yaratabilmesidir… Bir film bittiğinde bitmemeli. İzleyici jenerik
yazıları akarken filme dair sorular sormaya devam etmeli kendine… Kafası biraz
da olsa karışmalı ve bu karışıklık, filmin kendini anlatamaması nedeniyle
değil, tam tersine başka yollar da var demesi nedeniyle oluşmalı… Filmdeki
karakteri düşünmeli izleyici, öykünün bittiği noktadan her zaman -klasik
anlamda- tatmin olmamalı… Tatmin olacaksa da bir çıkmaz sokak deneyimi olmalı
bu… Eve gitmek için hâlâ çaba sarfedecek zorunda olmalı…
Benim için Sûret de öyle biraz… Klasik bir izlek takip etse de filmin
sonunda birdenbire bir çıkmazla karşılaşırız. Öylesi daha iyi. Film zamansal
sürecini tamamlasa bile izleyicide yeni/den başlar… Biraz da bu yüzden
sapakları seviyorum. Tam eve vardık derken başka bir çıkmaz yol… Böylece geri
dönüp başka bir yolu denemeniz gerekir… Hayat yeterince sıkıcı ve aslında
tekdüze… Neden sinema da aynı hataya düşsün ya da sırf insanları eğlendirmek
için aynı tekdüzeliği illa daha eğlenceli bir şekilde yeniden yapılandırsın ki!
Filmler eğlendirmesin demiyorum, filmler eğlendirirken düşündürsün demek de
istemiyorum. Ben, film bittiğinde, izleyende yeniden başlasın istiyorum...