23 Nisan 2015 Perşembe

THE DAYS OF BEING WILD


1990 Hong Kong yapımı Wong Kar Wai’nin ülkesinde gerçek anlamda tanınmasını sağlayan güçlü bir üçlemenin ilk basamağıdır. İlk basamak olmasına rağmen sağlam bir zemin üzerine kurulu film ileriki dönemlerde de Kar Wai’nin hangi sürprizlerle geri döneceğinin de samimi bir işareti gibidir. Filmin diğer bir önemli özelliği de sinematograf Christopher Doyle ile ilk çalışmasıdır.Kendisinin de ‘As tears Go By’ adlı filmden sonraki ikinci çalışmasıdır.

1960’ların sıcak bir yaz günü, kenarda kalmış pejmürde bir büfe, içinde çalışan bir kız ve soğuk bir şişe kola içmeye gelen genç ve kendinden emin bir çocuk. Amerikanvari bir açılış ve akabinde Yuddy (Leslie Cheung) nin kıza hayranlığı ve yakınlaşması ile başlayan melankolik havayı daha sonra destekleyen yılların kültleşmiş klasik gitar ustaları olan Los Indios Tabajaras’tan yürekleri dağlayan bir eser ‘Always In My Heart’ ile hep hatırlanacak ve yad edilecek büyük bir aşkın sembolize edilmesi. Kar Wai’nin sinemasının tipik karakteristiklerinden biri.

Yuddy, kadınlara düşkünlüğü ile bilinen, küçük bir bekar evinde yaşayan bir gençtir. Bir hayat kadını tarafından büyütülen Yuddy, gerçek anlamda annesinin kim olduğunu araştırmak ister ve adresi kendisini büyüten kadından alır ve yola koyulur. Ancak ondan önce birlikte olduğu iki kadının kendine tutkuyla aşık olmasına sebep olup onları yüzüstü bırakarak neden olduğu kalp kırıklıkları ve acıların içinde kendisi de gitgide yok olmaya başlar. Kadınlar konusunda gerçek bir sınav veren Yuddy, annesinden yıllar önce yediği darbeyi belki de birlikte olduğu kadınlarda da yaşayabileceği korkusuyla ve hiçbir kadına gerçek anlamda bağlanamama acısıyla yaşamını sürdürür.

Yuddy’nin içsel sorunu kendi içinde o kadar sarmal bir hal alır ki artık kabuğundan sıyrılır ve yaşadığı yerden uzaklaşıp Filipinler’e gelir. Amaç hem uzun zamandır aradığı annesinin izine burda rastladığı hem de meteliksiz kaldığı sırada küçük bir pansiyonda yanına sığındığı şu aşıklarından birini evine kadar getiren polis memuruyla aynı kişi olan ancak bu kez denizcilikle uğraşan Tide (Andy Lau) ile ironik bir karşılaşma yaşar. Kar Wai buradaki sıradışı anlatımıyla hayatın ne kadar acımasız bir boyutu olsada garip enstantaneler ve ilginç karşılaşmalar bizi unutmaya çalıştığımız belki acı dolu hatıraları ironik bir şekilde peşimizden getirdiğimiz gösterir.

Ardında bıraktığı savrulmuş hayatların hangi kıyılara vurduğunu melankolizmi yüksek bir ayarda veren yönetmen, bunlara sebep olan ana karakterini kendi mekanizmasıyla yüzleştiriyor ve onun da savrulduğu ve kanadığı yaralarını ara ara deşiyor. Aşık kadınları oynayan biri büfe işletmecisi diğeri bar kadını rolündeki Magie Cheung ve Carina Lau mükemmel bir oyunculuk sergiliyorlar. Arka planda Andy Lau ve Tony Leung’u da unutmamak lazım keza her ikisi de üçlemenin devam filmleri olan ‘In the Mood for Love’ ve ‘2046’ da da mükemmel birer performans sergileyecekler.

Jean Paul Sartre’ın ‘No Exist’ kalıplarının içinde dolaşan film estetik bir varoluşsal sendromları da peşinden getiriyor. Yuddy’nin belki de hiç yaşamadığı elzem bir noktada kendini günah çıkartan bir ölüm müeyyidesi olarak görmesi final sekansını süsleyen noktalardan birisi. Ayrıca son iki dakikasında beliren Tony Leung’un kısa ama metaforik oyunculuğu zirve yapıyor. Leung’un az ancak diğer üçlemeye katkısı olacak görüntüsü tamamen sığ ve diyalogsuz veriliyor. Elinde bir tomar parayı sayıp şık bir kıyafet giyerek saçlarını tıpkı Yuddy gibi arkaya doğru tarayıp dışarı çıkması kimbilir yine farklı bir zamanın içinde varolan bir erkeğin saatinin geldiğine işaret eder olabilir.

Zaman ve saat metaforları Kar Wai için vazgeçilmez bir bütünsellik yaratır. Bu bütünselliğin ayrılmadığı melankolik ve acı çeken karakterlerin dağınık hayatları ve fırtına sonrası sessizliğin içinde hala can çekişmeleri. Belki içki ile değil ama aşk ve müzik ile sarhoşluğun derinlerine inen arabesk bir fötr şapkanın el değiştirdiği tenha Hong Kong sokaklarında, sokak lambalarının vurduğu isimsiz kahramanların duvara yansıyan yetim gölgeleri gibi

4 Nisan 2015 Cumartesi

STRAW DOGS

Sam Peckinpah’ın 1971 yapımı şiddetin nevrotik yansımalarını bütün çıplaklığıyla beyaz ekrana taşıyan filmi ‘Straw Dogs’, o yıllardan 2000’li yıllara kadar gösterimi yasaklanmış ve birçok kitle tarafından farklı şekilde yorumlanmış bir filmdir.

İlk etapta karakter analizi yaparsak 37 yaşlarında çiçeği burnunda bir Dustin Hoffman, kültürlü, kibar ve pesimist bir matematik profesörü olan David Sumner karakterine hayat veriyor. Eşi Amy ise onun tam tersi dışa dönük, kendine güvenen ve optimist bir karakter olarak öne çıkıyor. Karakterler arası doksan derece farklılık yönetmenin özel bir tercihi olsa gerek zira kendi içlerinde var olmayan taraflarının yansımalarını seviyorlar. David, Amerika’nın keşmekeş hayatından sıkılıp İngiltere’nin küçük bir kasabasına kaçan yorgun ve huzur arayan bir bireyken beraberinde gelen Amy ise kasabanın dar alanında sıkışıp kalmış aktif bir kadındır.

Peckinpah, Hoffman da erkeklik olgusunu tartışırken Amy de ise kadınlığın uçlarını ve psikolojisini tartıyor. Basit bir aile, küçük bir kasaba, sıradan insanlar. Bu bireylerin içine şiddet aşılandığında bireyler bundan nasıl etkilenir ve müspet sonuçları ne olur? Peckinpah’ın özellikle  cevap aradığı nokta budur. Şiddet bizim bildiğimiz tabiriyle değil tam tersi bu filmde olmayacak köşelere yerleştirilmiş birer mayın gibi. Kötü adamlar belli. Onların kovaladığı ve şiddete ittiği insanlar sonuna kadar mücadele ediyor ancak bir yerden sonra dönüşmeye başlıyor. Dönüşen birey kötü birey tarafından algılanıyor. Ve birden adeta köpek dövüşüne benzeyen bir ortam oluşuveriyor.

Amy’nin alımlı duruşu ve baştan çıkarıcı vücuduna yeterince karşı koyamayan işçilerin bir gün beraber ava gittikleri David’i av esnasında meşgul eden iki işçi diğer ikisinin bir ara eve gidip Amy ile beraber olmasına salık verirler. İki işçinin kollarında tecavüze uğrayan Amy, bir yandan içine düştüğü şoku dışa vururken diğer yandan işçilerden birinin kollarında gerçekten zevk alan bir kadın izlenimi vermesi de ters köşedir. Kendi kocasında görmediği gerçek erkek kavramının içinde sakladığı yansıması bir anda ortaya çıkar ve sanki isteyerek beraber oluyormuş gibi hissettirir. Oysa ki bu tecavüzden hiçbir zaman haberi olmayacak olan David, bu sessizlikle yaşayacak olup kendi kavramlarını hem erkek hem eş hem de kültürlü bir profesör olarak tekrar gözden geçirecektir.

Peckinpah, filminde şiddete karşı durduğunu şiddetle gösterse de aynı şekilde şiddetin de hayatımızda var olduğunu ve gerekli zamanlarda kulanılması için hazır ve nazır beklediğini sembolize etmektedir. Sakin bir bireyin bile içini kazıdığımızda mutlaka şiddetin ayak izlerini görebileceğimiz bir perspektif yaratan yönetmen, naif David karakteri üzerinden anlatmak istediği nokta da budur. İnsanın bastırılmış id sanrılarını tetikleyen bir neden, o insanı küçük masum bir  çocuk olsa da büyük bir canavara dönüştürmesi için hiçbir engel yoktur. Sıkıştırılmış kişilikler bir yerde dışavuran şiddet unsuru hale gelirler. Ve şiddet öyle bir kanserdir ki tetikleyici bulduğunda dışarı çıkmaya çalışan şımarık bir çocuk gibidir ve birey onu bu saatten sonra asla durduramaz.

David’in Amerika gibi yaşanması zor ve insanların küstah olduğu iddia edilen bir yerden gelmesi o küçük İngiliz kasabasında adaletin bile sağlanamadığı yerde algılanamaz. Şiddeti sadece reklam aralarında gördüğünü söyleyen David’in kendi gözleriyle bu küçük İngiliz kasabasında görmesi de bir hayli ironiktir.

Yönetmenin sorguladığı bir nokta da ahlak olgusudur. Kendi kız kardeşlerini kaçırmasından sorumlu tuttukları  özürlü bir pedofil hastası Henry’nin peşini sürerken kendi oğullarının Amy’ye bizzat kendi evinde tecavüz etmeleri de enteresan bir ters köşedir. Zira kendi ahlaksızlıklarını ahlak yargılarıyla kapatmaya çalışan bir grup insanın üzerinden basit bir geçişle sorgulanan ahlak mentalitesi Amerikadan gelme kültürlü bir birey algısını ne kadar bozabilir veya bozamaz fonksiyonunu derinleştirir.


Köpek nesnel olarak illüstre ettiği bireyi vahşi bir tarafa getirmiş ve insani özelliklerin dışarda kaldığı hayvani içgüdülerin dışa çıktığı bir dünya  resmi çizilmiştir. Köpeklerde dişi olan güçlü ve cinsel olarak aktif keza saldırgan olanı tercih eder. Erkek köpek ise salgıladığı sıvılarla ve idrarıyla belirlediği bölgeyi mesken edinir ve orayı ne pahasına olursa olsun korur.