28 Kasım 2014 Cuma

MEMORY OF CRADLE (HASTI SAADI)




    I had a great opportunity to know  Hasti Saadi who is, for me, one of the most accomplished Iranian female short movie maker and scriptwriter. After having watched her stunning deeply journey to the memories 'Melody Of Cradle', I decided to know and interview with her.

She tried to express her own cinematic language on a woman who keep herself hiding in her memories in an enourmously memory house of her own which always let her to come in as sanctuary. She finds a way to see her passed-away childhood alive and those things tie her down in a good bond which she always used to do. The memories that she could not push down or keeps her alive.

It was a sophisticated and traditional motifs that I could find in Melody of Cradle and swept me away to the nooks where she will be facing her past just like looking into mirror.

Her way of making a movie is so naive and profound that I can't help myself admiring her characteristic nuances and read the subtexts of her movie.

We had a cordial interview with her and talked about her way of movie making and more than that;

Could you tell me how your movie making story begins?

Since I was 8 years old I had an interest in art, at the age 13 I had a passion for cinema, used to follow all news related cinema. I just followed my passion and studied photography and media. It is 4 years that I work and make short films and documentaries.

Let’s talk about Melody of cradle. What motives especially had an effect on you for making this movie?


 My own life and personal experience had a great effect to make "Melody of Cradle". When my brother came back to Iran after 15 years to visit the story became completed and I finished the script.

You like to make woman films  considering the inner diffusion had your character has made us feeling what and how strong memories were stuck in that woman and the reminds of day of her childhood, as well as the prostitute who performed in The Luminance. Well, can we say that Hasti Saadi will put the reflections of a woman life whilst making her movies?

Maybe you are right; but it's not just the reflections of a woman life, when it comes to the memories, the past, and the inner complex of human being, men and women getting involve emotionally but with different reaction and story.

What sort of techniques did you us for making Melody of Cradle?

While I was shooting the film just i tried to have all the images in a right frame and mostly shot on tripod but for editing i used filters to change the images look like an old pictures we all have in our childhood albums to make the nostalgia.

In general explanation, I see some kind of connection reflects your cinema is that putting realistic sensibility aside and taking the metaphoric mentality which points out what strongly you try to transfer. This sometimes happen from old to new, sometimes past to future etc. Is that what you have in your mind to make your characters speak with audiences?

What I believe and tried to transfer is a kind of pain that we all experience at a different level and a different period of our lives. There is a moment that we all face the reality of life and being an adult. say goodbye to our childhood and go on...

Could you tell me what Hasti Saadi have a language on making her personal movies and what direction she follows indeed?

Yes. As you have mentioned making a film is personal for me. So the direction I am going to follow will be my dreams and the questions cause by life.


On mentioning that the final scene of Melody of Cradle, can we come to the point of whatever we have things to live, we never put memories behind because it is hard to put things right what we did in our past, so have to keep it going?

Yes, the memories can't be deleted because they make us who we are today. But in the other hand nothing belong to us and we belong to our destiny. The memories are the reflection of our life's experience.

What movies or directors have an effect on you before you have started making movies and now?

I usually don't limit myself and I watch different movies from different directors. I have to admit all i have seen, it had an effect on me. But the only director who had an influence on me since I was so young I should say an Iranian filmmaker " Abbas Kiarostami " and after i have attended to his workshop he became one of the reason that I am working seriously in this field.

Any future new works on the agenda? If yes, what is it about and when?


Right now I am working on my next short film script which i am planning to make it soon. It's a story between a father and his son ... the missing relationship between them...

For a woman, how it is like making movies in Iran?

It's exactly how it's like for men. For making a film you have to get a permit to shoot like the most countries in the world. The time that I applied for permit no one stopped me because I'm a woman.



I want to thank you for giving me a chance to know Hasti Saadi and her way cinema which makes me feel there are  a lot of futuristic masterpieces of her  that I am gonna watch  soon.

MALATYA ULUSLARARASI FİLM FESTİVALİ SONA ERDİ


Bu yıl 5.si düzenlenen Uluslararası Malatya Film Festivali 27 Kasım tarihinde perdelerini kapadı.

Işıltılı kırmızı halı seremonisinde bu yıl, yılların eskitemediği Türk sinemasının demirbaşlarından Eşref Kolçak, Yılmaz Köksal, Yusuf Sezgin ve Füsun Demirel yer alırken dünyaca ünlü Roman Polanski'nin unutulmaz Thomas Hardy uyarlaması 'Tess' ve Wim Wenders'in hala kült filmlerin içinde ayrı bir yere sahip 'Paris Texas' adlı şaheserine muhteşem oyunculuğuyla katkıda bulunan Nastassja Kinski de vardı. Kinski'ye festivalde 'Onur Ödülü' takdim edildi.

Türk Sinemasının 'Çiçekçi Kızı' ve hala sinemada aktif bir şekilde rol alan Selda Alkor ve sinemamızın vakt-i zamanında yakışıklı jönlerinden İzzet Günay'a da 'Onur Ödülü' verildi.



Kemal Sunal anısına düzenlenen ve Malatya'lı sinema izleyicisi tarafından oylanarak seçilen Kemal Sunal Halk Ödülü 'Gittiler: Şair ve Meçhul' filminin oldu. Filmin yönetmeni Kenan Korkmaz, ödülünü aldıktan sonra 'Ahmet Kaya'nın, Hrant Dink'in memleketinde, memleketi olmayan insanları, Süryanileri anlattığım bu filmle ödül almak çok anlamlı' dedi.


SİYAD Jürisi tarafından ise iki özel ödül verildi. 'İçimdeki İnsan' filmi SİYAD  Jüri Özel Ödülüne layık görülürken, 'Balık ' ile 'Annemin Şarkısı' filmleri de SİYAD ödülü aldı.



Ulusal Uzun Metraj Film yarışmasında En İyi Film Ödülü
Nesimi Yetik imzalı 'Toz Ruhu'na giderken, en iyi yönetmen Nesimi Yetik,en iyi erkek oyuncu Tansu Biçer ile festivalin ödül gözdesi bir anda Toz Ruhu'nun ezici galibiyetine bıraktı.
Nesimi Yetik ödülünü Jüri Başkanı Erden Kıral'ın elinden aldı.

Diğer ödüller ise şu şekilde verildi;

En İyi Senaryo: Erol Mintaş (Annemin Şarkısı)
En İyi Kadın Oyuncu: Nazlıcan Tuncalı (Beni Sen Anlat), Neslihan Yeldan (Karınca Kapanı)
Jüri Özel: Zübeyde Ronahi (Annemin Şarkısı)
Kemal Sunal Halk: Gitiler: Şair ve Mechul (Kenan Korkmaz)
Fahri Kayahan En İyi Müzik: Marios Takoushis (Balık)
SİYAD En İyi Film: Annemin Şarkısı (Erol Mintaş), Balık (Derviş Zaim)

Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması

En İyi Film: Titli (Kanu Behl)
Jüri Özel: Ürkek (Bas Devos)

Ulusal Kısa Film Yarışması

En İyi Film: Ukde (Mehmet Gülkanat)
Jüri Özel: Kafa (Koray Sevindi)
Mansiyon: Ne Topraktır Ne Asfalt (Bedir Afşin)

Ulusal Belgesel Film Yarışması

En İyi Film: Tepecik Hayal Okulu (Güliz Sağlam)
Jüri Özel: Nail V. (Kurtuluş Özgen)

26 Kasım 2014 Çarşamba

BETONIYÖ (CONCRETE NIGHT) - PIRJO HONKASALO



Dünya prömiyerini 2013 Toronto Film Festivalinde yapan 'Betoniyö', Finlandiya sinemasından, en son 1998'de Tulennielijä  (Fire Eater) dan beri ortalarda pek görünmeyen kadın yönetmen Pirjo Honkasalo'nun elinden çıkmış, Pirkko Saisio'nun adlı adlı romanından  provokatif bir serbest uyarlama.

14 yaşında evde bar kadını imajını veren ve yeni erkek arkadaşlarıyla koyu renk hayatına resimler çizmeyi seven annesi ve çok yakında hapse girecek ve hayatı dolu dolu yaşayıp artık kendini bir köşeye atıvermiş ve kendini sigara ve içkiye vermiş bir ağabey ile yaşayan Simo, bir gece gördüğü kabusu ağabeyine anlatarak başlatır kafasındaki sisli yollarda yaptığı yolculuğu.

Rüya sahnesinin içinde boğulan Simo, öyle şiirsel bir girdabın içinde nefes nefese uyanır ki bu rüya Smino'nu yaşadığı mevcut hayatı derinden etkileyecektir.

Annesinin umursamaz tavırlarını, ağabeyinin depresif hayat ölçütlerini ve Helsinki sokaklarında, özellikle tramvayda kendinden geçen bir yolcunun altına işemesi,zenci bir çocuğun beyaz bir kadının cebinden bir şeyler çalması gibi sınıfsal bozulmuşluk ve bireysel kabuklaşmayı net bir şekilde veren Honkasalo, Simo'nun en yakın arkadaşıyla gittiği o terk edilmiş limanda çırılçıplak yüzüp şehirden uzaklaştıkları anı, şehrin o kokuşmuş, sahte atmosferinden sıyrılan ve ruhlarını dinlendiren sıkışmış bireylerin vücutlarında gezdiriyor kamerasını. 

Abisiyle karşılıklı yaptığı konuşmada, Simo'nun gözünden ve abisinin cümlelerinden cımbız gibi çekilen insanın hayatı, cehenneme çevirdiği senaryoyu okurken, Simo'nun yeni yetme biri olarak gözlerinde biriken korkuyu ve şiddeti daha net görüyoruz. Artık o kabus sahnesi ve anlatılan gerçek karanlık dünya masalından sonra Simo, masumiyetini tamamen kaybeder ve eskisi gibi olmaz. Artık hayatın rüzgarı Simo için aynı yönde esmeyecektir.

Abisinin söylediği 'akrepler radyo aktif kalıntılardan tek canlı çıkan hayvanlardır, oradan çıkıp cesetleri yerler ve öyle bir noktaya gelirler ki o noktada kendini sokarlar' cümlesi Simo'nun gözlerini kapattığında sadece akrepleri görmesi kadar güçlü bir imge yaratmış ve bu imge de Simo'yu içten içe kemirmeye başlamıştır. Abisinin kız arkadaşı olan Veera'nın bir başkasıyla seks yaptığı abisi tarafından görülünce akabinde gelen sahnede gördüğümüz o cezalandırma sahnesi daha bir etkileyici hale getirmiştir atmosferi. Çıplaklığın çarpıcı yansıması, birey üzerinden masumiyetin zerrelerini bile göstermezken adeta hayvanlaşan insanların renksizliğini iyiden iyiye sokaklara, evlere dağıtan Honkasalo, samimiyetin, içtenliğin, sadakatin yitirilmiş olduğu tamamen ütopik bir dünya eleştirisi yaparak, bizi oldukça deformasyona uğramış belirsiz geleceğimize doğru etimize bıçak batırarak anlatım yolu tercih etmiş.


Soğuk ve gri apartman dairelerine sıkışmış, soluk bedenli insanları karşısına alan 'Betoniyö' ara ara sanatın ve kaybolmuş değerlerin yansımalarını bireyler ve karakterler üzerinden göstererek hatırlatmayı denemiş. 

Siyah-beyaz motiflerle temaya uygun bir görüntü formatı tercih eden Honkasalo, karakter analizini masaya yatırırken kullandığı karmaşık ve provoke dili öyle sığ kullanmış ki film mesaj kaygısından arınmış ve mekanların tekinsizliği ile insanların tekinsizliği öyle hoş harmoni olmuş ki insanın dönüştüğü hayvanı daha net görebiliyoruz.

Kuramsal bir karamsarlığın hakim olduğu yapıtta, neo-cehennemi ve post-apokalptik bitişi gerek Simo'nun gördüğü rüya üzerinden gerekse Simo'nun değişimine tanıklık ettiğimiz sahnelerden ve ayrıca altını çizmemiz gerek o apartman dairesinde yaşayan fotoğrafçının ölümü sahnesinden de mükemmel girizgahlar yaparak anlatan Honkasalo, Fin sinemasının kesinlikle saygın ve yabana atılmaması gereken geleceğin yönetmenlerinden.

23 Kasım 2014 Pazar

ZERRE - ERDEM TEPEGÖZ


Erdem Tepegöz'ün ilk çıkış filmi olan  'Zerre', içinde yaşadığımız toplum girdabında kadın olmanın ve kadın olarak ayakta durmanın verdiği zorluğu sosyal gerçeklik denklemiyle anlatmaya çalışmış.

Zeynep, sıradan bir hayatı olan ve bu sıradanlığı hasta kızı ve annesiyle birlikte paylaşan, toplum denilen yığının bir köşeye fırlatıp attığı bireylerden birisidir. Erkek hegemonyasının üstün olduğu bu dünyada kadın olarak bir erkeğe ihtiyacı olmadan yaşamaya çalışmak, Zeynep'in sırtındaki en ağır yük. Hele ki o kısıtlı zamanında kızına gösterebileceği zerre kadar bir sevgi, kazandığı zerre kadar para ve hayatın bir pencere kenarından zerre kadar bir manzara görebileceği bir hayat sunulmuş Zeynep'e.

Merkezinde büsbütün oturan o insan olmanın verdiği mücadele savaşı, diğer sütunlarda sistemin yozlaşıp insanları getirdiği bu son durumla ne kadar cellada gerek kalmadan kesilen binlerce kafanın sokaklarda başıboş dolaştığına dönüşüyor.

Sade ve dejenere olmamış bir işçi filmi olarak nitelendirdiğim Zerre, alt tabakanın küçücük bir izbe odaya sıkışıp kalması ve o odanın tek göz penceresinden devasa büyüklükte ve önüne geleni katıp götürdüğü o acımasız dünyayı izlemesi gibi küçük ama vurucu bir hikayeye çelme takıyor.
Materyalist dünya sloganını sokaklarda, fabrikalarda, hatta hastanelerde bağırarak alt yazıyla geçen Zerre, samimi bir dille alt kültürü ayaklarıyla ezerek toplumsal bir soykırıma yol açmıştır. Jale Arıkan'ın muhteşem oyunculuğu, filmle o kadar örtüşmüş ki sanki o izbe evde yıllardır yaşayan , arabesk bir yapının küflenmiş birer çivisiymiş gibi hep oracıkta yarı içeride yarı dışarıda ,ilk sallantıda düşecekmiş korkusuyla asılı kalan bir kadını incelikli oynamış.

Tepegöz, ara sıra kamerasını evin penceresinin dış mekanına çevirerek, o küçücük pencereye dışarıdan hatta az mesafeli bakmamızı sağlayarak tanrısal bir boyut da kazandırmıştır. Her evin içinde yaşayan insanları, nesneleri öyle sıralı dolaşan bir kamera ki dışarıda olduğu kadar içeride de çarkın nasıl döndüğünü şöyle bir hatırlatıyor.

Her kaçışında ve korkularının artışında kanayan burnu, Zeynep'in acısını dışa vuruyor ve var gücüyle orayı terk ederek uzaklaşıyor. Aslında dışarıda bakıldığında, Zeynep'in kıyafeti hiç de herhangi bir şeye ihtiyacı olan, para kazanmak için bir zaruret içine giren bir kadın profili olmasa da Tepegöz sanki alt kültürün toplumdaki reel sıkışmışlığını daha üst tarafa çekerek ve bazı şeyleri göze sokmak istemeyerek anlatmayı tercih etmiş.

Koyu gri, ruhu çekilmiş sokaklar, sıvası düşmüş duvarlar, dış kapısı zar zor çalışan bir ev,yatakhanesinde farelerin cirit attığı 3.sınıf fabrikalar ile Tepegöz, dış dünyanın hiçbir albenisi olmadığını tokat gibi vuruyor.Bu koyuluğun içinde yaşayan insanlar da öylesine renksizleşmişler ki
gerçek değerleri unutup var olan yoz sistemin bir parçası oluvermişler adeta.

Varoluşun acıttığı Dostoyevski cümleleri gibi sokaklarda erdemin kalmadığı hatta hayvanların bile insanlarla eşdeğer olduğu bir dönüşümün içinde kıvranan insan, düşünemez, düşündürülemez hale getirilmiş.


22 Kasım 2014 Cumartesi

KÜNYE (HAKAN ÜNAL, AKSEL DÖNMEZ)


Künye,sıradan ritmik değerleri alt üst eden bir yandan bir asker üzerinden kimlik bunalımı konusuna değinen diğer yandan Kafka dinamiklerini derinden yakalayan şiddeti tek vuruşta yıkan bir düzeneğe sahip insan ruhunun acı çekmesi üzerine kurulu bir kısa filmdir.

Tipik Vietnam sendromu denilen, savaşta partnerini yani badisini feci bir şekilde kaybeden askerin içinde alev alev yaşadığı o cehennemi vermiştir bize her savaş filmi izlediğimizde. Künye ise bu alt metin üzerinden ilerleyen ve askerin psiko-ritüelleriyle oynayan farklı bir kavram yaratmaya çalıştı.

Yine Künye'de de adı geçen bu kavram, baş ve tek karakterin kendine oynadığı bir oyunsal üzerinde dengede durmaya çalışıyor. Savrulmuş bedenini ikiye parçalamış değişken ruhu, bir yandan çektiği acıya anlam verirken diğer taraftan da acıyı defalarca kendine yaşatarak intikamın en acısını alıyor üzerinde.
Her asker, kendi künyesinde defalarca farklı bir acıyı yaşamıştır ki keza bu acı onun künyesinden yansır dışarıya.

Tıpkı David Lynch'in Lost Highway kaybolmuşluğunda kendi beyninin içindeki uğultuları dinleyerek ölen insanın, kendi kalesini kuşatırken gösterdiği muhteşem tevazu bizleri ormanının derinliklerine götürüyor. Oradaki kaybolmuşluk hissini veren devasa uzunluktaki ağaçların altında küçücük kalmış bedeni, bir bakıma içindeki pişmanlığı delip dışarı çıkaran garip bir anekdot.

Bir kaplumbağanın korku içinde çırpınışlarını seyrederken hangi insan tepe takla geldiğinde üstündeki ağırlığı ve sonsuzluğu sezemez ki demekten de alıkoyamıyoruz kendimizi.
Künye'de silahlar çekilmiş artık. Beden saklandıkça düşmanından, korku dolu ruh kendini kapalı kapılar ardına saklamaya başlıyor. Ama nafile olan beden tıpkı öldükçe dirilen vahi ve ölümsüz bir şekilde hep kapısını çalıyor o ruhun. Her defasında ondan bir şey isteyerek. Kendi mütevaziliği gereği tam anlamıyla canını isteyemediği ruhunun, en son evine paldır küldür girerek hanesine resmen tecavüz ediyor.

O sırada değişkenlini artık daha fazla saklayamayan beden kendine sinyaller gönderiyor ve 'iş tamam' şeklinde tam da racona uygun sıkı bir cümle sarf ediyor.

O cümle işte askerin tamamen öldüğü, kendine yenildiği ve savaş alanında delik deşik olduğu bir an oluyor.

2014 yılında kotardığımız bu film Mehmet Altın'ın değerli oyunculuğuyla hayat buluyor. Kendi yurt dışında gerçekçi oyunculuğuyla dikkatleri çekerken film, Güneydoğu Asya'da yılın en iyi gizem filmleri arasında gösterildiğini hatırlatmak isterim. Emeği geçen herkese teşekkürler.

20 Kasım 2014 Perşembe

NAR ZAMANI (CEVAHİR ÇOKBİLİR)


Son zamanlarda izlediğim usta işi yapıtlardan biri de katıldığı pek çok festival ve seçkide adından söz ettiren, Cevahir Çokbilir'e ait Nar Zamanı idi.

'Kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır' açıklamasıyla sesi fondan duyulan Kenan Evren'in askeri darbe hareketini halka seslenişi ile fade in yapan sahne Mustafa çığlıklarıyla debelenen çaresiz bir annenin feryadı sonucu tamamen yerle bir olur. O andan itibaren sonsuz bir bekleyiş başlar.

Yönetmenin sosyal gerçeklik kombinasyonu içinde 1980 darbesinin insanlar üzerindeki etkisini, küçük bir köyün tek göz odasında yaşayan bir ailenin üzerinden değerlendiriyor. Bu darbenin dağıttığı ve yok ettiği canları, kıyamete dönen sessiz barınakları, kendine has diliyle yorumlayan Çokbilir, metaforik yansımalarını acının en tiz hissedilebilen yerlerine

eklemiş.Genelde rastladığım yakın plan close up çekimler ile karakterlerin psikolojisine daha etki çekmeyi başaran Çokbilir, Hatice ananın evinde kızlarla yemek yediği sahnede kullanılan doğalın mekanın sahnenin ruhunu tamamlayan bir hava yaratmadaki ayrı ustalığından bahsetmemek olmazdı. Odanın o ruhu çekilmiş ama bir o kadar da anılara teslim olmuş bitkinliği, içindeki kaşık sesleri ve dalgın bakışların ara sıra rotasını şaşırıp geçmişe gittiği tenha bir yalnızlıkla sarmaş dolaş Hatice ananın üzerine çöreklenmişti adeta.

Nar Zamanı, Nanni Moretti'nin altın palmiyeli La Stanza Del Figlio'su gibi bir anda yitirdikleri çocuklarının sessiz hatıralarıyla hayatlarına devam eden insanların,  hala oğullarının varlığını derin metaforlarla anlattıkları sarmal bir aile dramı kadar sür reel ve John Cameron Mitchell'ın Rabbit Hole filminde oğlunu kaza sırasında kaybeden bir annenin sessiz itirafları kadar yalın ve gerçekçi bir dile sahip.

Cevahir Çokbilir ile sinema  ve Nar zamanı üzerine yaptığımız röportajda bakın neler konuştuk,

Sinemaya  adım attığınız zamandan başlayalım. Mesela ne zaman ilk film çekmeye karar verdiniz? Ve bunu yaparken sizi derinden etkileyen veya motive eden ne oldu?

Ortaokul ve lise yıllarında çok film seyrettim, ama aklımda film yapmak yoktu. Güzel Sanatlar Lisesi müzik bölümü sınavına hazırlandım, sınavda heyecanlandığım için kazanamadım ve sonra düz liseye devam ettim. Üniversitede konservatuvar okumak istiyordum, fakat iş bulamam diye parasal anlamda garantisi olan mesleklere yönelmek gerekiyordu. Üniversite sınavına girdim ve puanım açıklandıktan sonra ilk üç tercihimi öğretmenlik olarak yaptım. Sonraki tercihlerimin hepsi Sinema ve Tv oldu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Tv ve Sinema bölümünü kazandım ve okul boyunca film sayılmayacak bazı denemeler (Anlamsız Kaos-2008, Anlamlı Kaos-2008, Çalış Babam Çalış-2009, Tını-2009) dışında film çekmedim. Kara Güneş’in İşte Biz isimli güzel bir şarkısı var, ona klip çekiyorduk ve başroldeki oyuncu arkadaşım Çiğdem bana dedesinden bahsetti ve ilk filmim Maşuk’u çektik 2012’de. İlk filmimi yaparken beni etkileyen ve motive eden şey konusu itibariyle içinden geldiğim kültürün aynısı olmasıydı. Çorum’da Aşık Hasan Dede’min söylediği türküler bize yol gösterdi. Maşuk’ta kaybolmaya yüz tutmuş türküleri, bu vesileyle Aşık Hasan Dede’mi ve kentleşmeyle birlikte erimeye başlayan bir kültürü kaydettik. Toplamda kısa, 18 dakikalık bir belgesel film oldu Maşuk.

Nar Zamanı projesinin ortaya çıkışı nasıl oldu?

12 Eylül Darbesi yüzbinlerce insanın yaşamını etkiledi ve insanların üzerindeki etkisi hâlâ devam ediyor. Üniversitedeyken 12 Eylül üzerine belgesel film yapmak istiyordum ama gerçekleştiremedim. 12 Eylül’de dayım cezaevindeyken anneannem dayıma nar saklarmış. Annem anlattı bu hikayeyi ve annemden yazmasını istedim. Sonra ben senaryolaştırdım ve Nar Zamanı ortaya çıktı.

Nar Zamanı, metaforik anlatım yapısının sıkça görüldüğü bir filmdir. Acaba bu, sizin sinema anlayışınızdaki anlatım çizgisini belirleyecek bir kıstas olabilir mi?

Olabilir, olmayadabilir. Bence her hikayenin, her senaryonun ve her içeriğin kendine uygun/özgün bir biçemi, anlatım dili olmalı. Nar Zamanı’nın daha basit bir anlatımı olacaktı fakat çekim sürecinde yaşadığım aksaklıklar nedeniyle bazı planları istediğim gibi çekemedim ve kurguya oturduğumuzda filmin anlatım yapısı da biraz değişmiş oldu. Başka bir hikayede başka bir anlatımı benimseyebilirim.

Nar Zamanı’nda oynayan oyuncular mekânın içinde bulunan doğal oyunculardan mı yoksa tiyatro sinema ile alakalı olan oyunculardan mı oluşuyor?

Daha önce bir tiyatro ya da film projesinde yer almış profesyonel bir oyuncu yok filmde. Hepsinin ilk film deneyimiydi. 

Nar Zamanı gibi minimal yapıya sahip bir yeni dalga filmi, sabit kamera hareketlerinin yanında Jimmy jib kullanılmış sahneleri de içinde barındırıyor. Özellikle bu sahnelerin Jimmy jib kullanılmasının nedeni nedir?


2 planda jimmy jib kullandık. Birincisi, Hatice(filmdeki anne karakteri)’nin çürümüş narları dereye attığı sahne, ikincisi ise çocukların dere kenarında nar yedikleri sahne. İki planda da mekanı daha iyi tanımak için kullandık. Planların başlayış ve bitiş hareketlerini istediğim gibi çekseydik filmin yapısına daha uygun planlar olabilirdi fakat tercih ettiğimiz kamera ve jimmy jib teknik olarak yeterli olmadı. 

 Nar Zamanı teknik açıdan ilk defa hangi yöntemleri kullanmanıza sebep oldu ve bu teknikleri özellikle kullanmanızın nedeni neydi?

İlk kurmaca filmim olduğu için senaryo yazım sürecinden çekim sürecine, kurgu sürecine kadar yani başından sonuna yaşadığım her şey benim için ilkti.


Final sahnesindeki narların yere savrulmasındaki derin anlatım yaşlı kadının çaresizliğini bir nevi dışa vururken ayrıca hangi alt kimliğe sahipti?

Çaresizlikten ziyade ucu açık ve çok yönlü düşünülebilecek bir final bence. Final sahnesinde narların yerde yuvarlanması, her birinin başka yöne gitmesi, filmde ana rolündeki Hatice karakterinin çaresizliğinden çok 12 Eylül’ün bir sonucu olarak savrulan hayatlara bir gönderme olarak okunabilir. Hatice’nin narları yere saçması ve narların yerde yuvarlanması ise sonrasında Hatice’nin oğluna nar saklamayacağı anlamına gelmez.

Nar Zamanının festival yolculukları hakkında konuşalım biraz. Şimdiye kadar nerelere kadar uzandı ve hangi ödülleri kucakladı?

Nar Zamanı şimdiye kadar 4 ödül aldı. Malatya’da düzenlenen İnönü Üniversitesi Film Festivali’nden en iyi kurmaca, Ankara Film Festivali ve Konya’da düzenlenen Kısa-Ca Film Festivali’nden ikincilik, İstanbul’da Baygem Film Festivali’nden mansiyon ödülü aldı. Altın Portakal, Altın Koza gibi yurt içindeki festivallerde yarışma filmi olarak yer aldı. Şimdilerde ise İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivali’nde ve  Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nde gösteriliyor ve yarışıyor. Filmi festivallere yollamak da ayrı bir bütçe gerektirdiğinden yurt dışındaki birçok festivale başvuramadık ama umarım yakında yurt dışına da yollayacağız Nar Zamanı’nı. 

Cevahir Çokbilir sinemasının dili nedir? Hangi akımın mensubudur?

Bağlı bulunduğum bir akım yok ama yapacağım filmlerde gerçekçi olmaya, hikayenin yapısına uygun bir biçim oluşturmaya dikkat edeceğim ve anlaşılır filmler yapmaya özen göstereceğim. 

Sinemada örnek aldığınız birileri var mı? Sizi sinema hayatınızda belki de bu yola çıkmanızda etkileyen önemli eserler var mı varsa hangileridir?

Herkesin bildiği isimler aslında. Yılmaz Güney, Tarkovski, Kiarostami filmlerini seviyorum. Yakın dönemden Nuri Bilge Ceylan, Yüksel Aksu, Özcan Alper, Derviş Zaim, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu gibi usta yönetmenleri takip etmeye çalışıyorum.  

Varsa bir sonraki proje ya da projelerinizle ilgili neler söyleyeceksiniz?

Sadece kendi adıma değil kısa film ve belgesel film yapan birçok arkadaşımın yeni projeler üretebilmesi, üretilen filmlerin sayısının ve niteliğinin artması için daha çok teşvik edilmesi, parasal olarak desteklenmesi gerekiyor. Yüz binlerce, milyonlarca lira bütçe ayrılan gayet iyi festivallerimiz var fakat kısa filmlere gösterim ücreti vermeleri, verilen ödül miktarlarının da mutlaka artırılması gerekiyor. Sinema Genel Müdürlüğü çok önemli miktarlarda destekler veriyor fakat bu destekler kısa filmlerin ancak çekimlerinin tamamlanabilmesi için yeterli oluyor. Yeni filmlerin üretilebilmesi için yapılan filmleri satın alacak televizyon kanallarının ve gösterim salonlarının olması gerekiyor. 

Ben de Cevahir Çokbilir'e değerli zamanını verip katıldığı bu söyleşi için teşekkür eder başarılar dilerim.

18 Kasım 2014 Salı

ŞİMDİKİ ZAMAN - BELMİN SÖYLEMEZ


Adı Mina. O kadar katmanlı bir manaya sahip ki her ismi sorulduğunda hem merak hem de hayranlıkla karşılanan bir isim.'Billur,şeffaf,şarap şişesi,iskele,gökyüzü gibi anlamlara gelen Mina, karakter olarak da kırılgan ama sağduyulu bir anlama geliyor. Tıpkı 'Şimdiki Zaman' da yer alan kırılgan,bir yaprak gibi narin ve ketum Mina gibi.

     Belmin Söylemez'in ilk uzun metraj çalışmasında ortaya döktüğü, insan katmanının zaman üzerinden değerlendirilmesi masalı maalesef şehir girdabının içinde bulanık bir renge bürünüp değişime uğruyor.

     Mina, geçmişini tamamen geçmişte bırakıp gelecek hayalleri kuran ve bunun için para biriktiren sessiz ve içe dönük bir kadın. Sıradan görünümlü ve herhangi bir yerde rahatlıkla karşılaşabileceğimiz türden bir kadın. Çok konuşmayan ve gerekmedikçe cevap da vermeyen anahtarı yitik bir karakter Mina. Hayatında iyi anlamda tek iz bırakabilmiş ve birkaç fotoğrafını sakladığı halasının yaşadığını düşündüğü Amerika'ya gitmek için kazandığı liraları döviz bürosunda dolara çeviren ve her geçen gün umudunu dudaklarının arasına sıkıştıran bir Mina.

      Zaman onun için distopik bir kavram gibi sanki. Zira işe ihtiyacı olduğu için sokak sokak gezip iş ilanlarına bakan ve izbe bir yerde kahve falcısı arayan bir kafeteryadakendisini bulduğu Mina, oranın zorunlu işletmecisi Tayfun ile tanışır. Tayfun serseri görünümlü ve nerde akşam orda sabah birisidir. İlk intiba da zaten kafeteryada bir kenarda unutulmuş bira şişeleri olunca Mina'nın gözüne takılır. Orda çalışmaya başlamasını direk etkileyen başka bir faktör de çoktandır orda falcı olarak çalışan Fazi dir. Fazi hemen Mina'nın falcılıktan anlamadığını baştan farketse de sonraları müşterileri inanılmaz çeken bir aurası olduğunu görünce şaşırır. Mina gitgide orada en fazla müşteriyi çeken personel haline gelir.
Kadınlar falda genelde olmayan şeyleri değilde aslında olan şeyleri duymaya bayılırlar. Bu düzlemde Mina onlara sunulmuş biçilmez bir kaftandır çünkü her fal bakarken onlara kendi hayatından kesitler, sıkışmışlıklar,oturmamışlıklar ve geçmişinden içinde kalan karanlık noktaları anlatır. Zaten her kadının hemen hemen aynı sorunu yokmu dur? Aşk,para,sağlık...Fal bakmak özünde geleceği okumak değil aksine mevcut zamanda yani şimdiki zamanda yaşayan insanların ızdıraplarını ve çektiği acıları yüzüne vurmaktır bir nebze ki Mina da aynı şeyi yapıyor. İnsanlara şimdiki zamandan acılı hayaller satıyor ve kazandığı parayla kendi geleceğini şekillendiriyor.

Tayfun'un ona olan yakınlaşmasına ve Fazi'nin bu boyutta ona karşı cephe almasına asla izin vermiyor. Bu zaman, onun için para kazanıp sadece uzaklaşmak fikrinden başka birşey değil. Soyutladığı ruhunu kapattığı o tek göz evde ara sıra güvensiz hissetse de perdelerin arkasında tıpkı bir Kafka karakteri gibi bir böcek misali yaşayarak absorbe olmuş hayatın renksizliğine resmen itibar ediyor ve o çukurda yaşayıp acı çekenlere de hizmette kusur etmiyor.

Final sekansının sığ depresif yalpalanışı o kadar minimal anlatmış ki bulaşık suyu içinde yüzen belli belirsiz kahve fincanları kimbilir hangi hayatları okumuş ve artık temizlenmeye yüz tutmuş sorusunu akla getirmiyor değil. Umutların bile bu fincanlar içinde kaybolup gittiği ve belirsiz bir gelecek hayali içinde yaşayan insanların aslında ne kadar böcek gibi ve ne vakit bir ayakkabının altında ezilecek günü bekleyeceği hüsran verici ölüm sanrıları altında delirecekleri gerçeğini ortaya çıkarıyor.

Sanem Öge'nin muhteşem duru oyunculuğu o kadar gerçekçi olmuş ki zaten birçok festivalden eli boş dönmemiş.
 

16 Kasım 2014 Pazar

KÖKSÜZ - DENİZ AKÇAY


Deniz Akçay Katıksız'ın ilk yönetmenlik denemesi olan 'Köksüz', babaerkil bir aile yapısında baba faktörü olmadan yola devam edebilme mücadelesi veren bir aile merkezinde olsada aslında içten içe bir anne-kız meselesinin alt-kültürlerine de inen gerçekçi bir sinema örneği.

Baba öldükten sonra ailenin yükü omuzlarına binen, iş ile ev arasında mekik dokur gibi hayatı işleyen Feride (Ahu Türkpençe), işyerinde birkaç kez görülen arkadaşına karşı içten içe birşeyler hissetse de kaderin cilvesidir ki annesin vesilesiyle eve gelip giden ve evin eksiğini gediğini halletmeye çalışan Gülağa'nın söz arasında yaptığı evlilik teklifine umarsızca evet cevabı verebilen bir bireyi canlandırıyor. Öyle ki yıkılmış ailevi değerlerden geriye hiçbirşey kalmayan soğuk bir evde hala zavallı ve biteviye evin ruhunu çeken annenin yanında yaşayıp kendine bile gösteremediği zahmeti ve hürmeti gösterme asilliğinde bulunan bir birey Feride.

Nurcan, kocası öldükten sonra evin idaresini üstüne alan ancak teknik olarak bu idareyi düşüncesizce Feride'nin omuzlarına bırakan, hayatı evhamlı ev kadını ve standart televizyon dizilerine adayan asosyal bir anne psikolojisine bürünen,tek dünyası alt kattaki boş ev ile üst kattaki kullandığı salondan ibaret olan yapayalnız bir anne.

Nurcan'ın Feride üzerinde olan etkisi özellikle o kadar yoğun ki akıllara annenin Feride'yi kaybetme korkusu ile onda gördüğü kendi yansımasının verdiği endişe arasında git geller yaşamasından kaynaklıyor olduğunu getiriyor. Keza aidiyet sorunu yaşadığı evde sahiplenme mücadelesi vermekten bıkan ama bunu ısrarla sürdüren ayrı bir saplantının ortasında da yer alıyor Nurcan.

Ailenin tek erkek evladı ve hepsinin dayanmak istediği tek güç olan İlker ise babasının yokluğuna saklandığı köşelerden ara sıra çıkıp görünen ve kaybolan, kendini dışavurduğu madde bağımlılığı ve en yakın arkadaşı Halil'in evinde onun annesine mutfakta tecavüz etmesi İlker'in içindeki o hırçınlığı ve birikmiş öfkeyi en sert biçimde açığa çıkarıyor. Tabi Halil'in annesinin İlker'in ara sıra Halil yokken eve gelip onunla ilişki yaşamasına izin vermesi de bir başka yalnız bir kadının kendi kabuğunda işlediği günahı kendinden yaşça küçük bir çocuğa primlendirmesine de izin veriyor.
Küçük kız çocuğu Özge ise evin en sessiz ve derinden ilerleyen bireyi olarak olayları sanki dışardan inceliyormuş gibi aslında içerden net şekilde kaydeden ve ihtiyacı olan anne faktörünü sevmeye çalışan ama her defasında ona olan nefretini annesinin eski fotoğraflarını alıp gözlerini makasla çıkartmasıyla gösteren bir oyuncak bebek adeta.

Köksüz, adından da anlaşılacağı üzere bir yere ait olmayan karakterler üzerinde dolanan , toplumdaki bireysel yalnızlaşma ve yozlaşmanın güzel örneklerinden biri. Final sahnesinin yarattığı ters köşe o kadar samimi ilerliyor ki Feride'yi elleri kınalı ağlarken oynadığı sahnede,bir Türk geleneği misali hem ağlarım hem giderim derken gittiği ölüm, oynadığı her anın intiharını metaforikleştirse de en gerçekçi karşılığını onu böyle görmeye dayanamayan annenin kalkıp bir hışım eve gidip bir sürü hapı içtikten sonra gelip kızını, konuşamadıklarıyla uğurladığı bir başka ölüm seremonisi ile kapanıyor.

14 Kasım 2014 Cuma

GÖZETLEME KULESİ - PELİN ESMER



Yönetmenliğini Pelin Esmer'in üstlendiği 'Gözetleme Kulesi', geçmişteki günahlarının bedelini hala alevler içinde yaşayan iki insanın bir gün bir yerde yollarının kesişmesiyle bir araya gelmesini anlatan bir hayat hikayesi.

Nihat (Olgun Şimşek), ailesini kendi sürdüğü bir kamyonda bir anlık dalgınlığıyla kaybeden yaralı bir baba ve eş. Yaşadığı bu büyük sarsıntı onu uzaklara getirerek biraz olsun yaşadığı yerden ve insanlardan soyutlamaya çalışmış. Ancak Nihat, nereye giderse gitsin o acıları da beraberinde getiren, kendi suskunluğuna gömülen suçlu ve günahkar bir insan.

Seher (Nilay Erdönmez), ailesi tarafından kalması için gönderildiği dayısının evinde bizzat onun tecavüzüne uğrayan zavallı bir üniversite öğrencisi. Aylarca karnındaki günahıyla yaşam mücadelesi veren Seher de kendini üniversite ortamından, dayısının evinden uzaklara atmış ve yaşadığı karanlığı unutmaya çalışmış. Öyle ki Seher, para kazanmak uğruna, bir otobüs firmasının bünyesinde hostes olarak çalışmayı göze alan ve köhne bir merdiven arasında hayatın küçücük bir anne adayı için dayanılmaz olduğu mekanlarda çalışmıştır.

İşte tam o sırada hayatın zarı her ikisi içinde aynı gelmiş ve yollarını kesiştirmiştir. Seher, o köhne merdiven arasında hiç kimseden habersiz çığlıklarını ceketiyle kapatarak doğum yapmış ve aynı dakika kanamasını hiçe sayarak aldığı bebeğini dışarıdaki bir ağacın dibine bırakıvermiştir. Henüz hazır olamadığı bebek,annelik,sevgi kavramları onun için öyle yabancı ve iç acıtıcı bir kavramdır ki bebeği bırakırken bile soğukkanlılığını muhafaza eder. O sırada onu gören Nihat, dayanamayıp ne olduğunu anlamak için çıkar ve gördüğü manzara karşısında şaşırır. Hemen o an, Seher'i ve bebeğini sahiplenir. Seher'i gözetleme kulesine yanına götürdükten sonra bebeğini de akabinde Seher'e getirir.
Aslında Nihat, yakın geçmişte acısını yaşadığı ve kaybettiği karısı ile çocuğunun yerine bu kez yine farklı bir acıya ev sahipliği yapan Seher ve minik bebeğini kabul etmiştir. Seher, başta kuleye onunla beraber gelse de sonra oradan kaçma teşebbüsünde bulunur. Nihat'ın onu sahiplenme niyeti Seher için beklenmedik bir durum olup hala kanayan yarasını iyileştirme boyutunda bir anlam ifade etmez. Zaten bebeğini sahiplenemeyen bir kadın başka bir adamı nasıl kabul edebilir düşüncesi Seher'in içinde bulunduğu dipsizliği daha iyi anlatır.

Birbirlerinin hata ve günahlarını sorgulayan Nihat ve Seher aslında aynı tarz insanlardır ve bu şekilde birbirlerini acıtarak bir nevi günah çıkarırlar.

Toplumumuzda da pek çok örneğini gördüğümüz bu tarz olayların, Esmer'in karakter analizi metoduyla gittiği filminde sağlam anlatım tekniği ve tematik olarak merkezcil yakınlığı aracılığıyla daha net görüyoruz.

Gözetleme Kulesi, güven konusunu irdelerken, toplumdaki birey karmaşasının aile,namus, sadakat kavramlarının ne derece farazi olduğunu gösteren akıcı ve güçlü bir yapıt.

Nilay Erdönmez'in masum ama sert görünüşlü oyunculuğu, kulenin etrafındaki doğal cennet, Olgun Şimşek'in küçük bir fare gibi tahtaların arasında kendini labirentine soktuğu dipsiz yalnızlığı akıllarda kalan naif ancak vurucu enstantaneler oldu.

12 Kasım 2014 Çarşamba

ŞARKI SÖYLEYEN KADINLAR - REHA ERDEM



İşaretler ve mucizeler. Tanrı yeryüzüne bazen öyle vücutlar göndermiştir ki bunlar yeryüzünde çeken bedenlere ışık olsun diye seslenir filmin başında. Bazen bir meleğe ihtiyaç duyar insanoğlu, sıkışır kalır acıların arasında. O an Hızır gibi yetişir melek bir insan formunda.. Reha Erdem bu enteresan yapıtında dünyada yasanan binlerce yozlaşmış ilişkinin içerisinde emekleyip duran zavallı insanların, gittikçe tanrıdan uzaklaşarak sevgi fakiri olmalarını hicivli ve şiirsel kah Tarkovski'nin betimsel doğayı örnek alarak anlatması gibi kah da Çehovyen sürüşlerle anlatıyor. 
Kuralları kendi koyarken insanların değişim süreçlerini de bizzat gösteren, adeta tanrının da oynadığı fantastik bir yapıta dönüşüyor. Erdem'in Kosmos filminde de değindiği bu konu, bizim dünyada deli diye adlandırdığımız halbuki tanrının sevgisiyle kendini içsel huzura getirebilen ve korkularından ayrılmış bu varlıkları insanların kendi nedensel çözümlemelerine denge olsun diye gönderdiğini belirtiyor. 
Olası deprem afeti ve bizim tam anlayamadığımız bir hastalıktan telef olan atların her yerde sere serpe yatan can çekişmeleri ve cesetleri, insanoğlunun cehenneme çevirdiği dünya ütopiğini en acımasız veren kaynaklar olarak filmin dizelerine yerleştirilmiş. Kul hatasını anlamayınca melek yetişirmiş anlayışı filmdeki yoldan çıkmış, yoz bedenleri kırbaçlıyor. Öyle ki atı kırbaçlayan, kadını döven, insani öldüren eller artık hastalıklı, can çekişen ve ölüme bir adim yaklaşan eller haline geliyor. Sevgi ve iyilik Tarkovski'nin Ayna filmindeki gibi kötülükle dolmuş kalpleri kendilerine göstererek varoluşlarının nedenselliğine inmelerini sağlıyor bu da yaratılış felsefesini darağacına kaldırıp anadan dogma zavallı bir bedenin çocukluktan itibaren kırıldığı masumiyetini yerden tek tek toplatıp yeniden doğan küçük ve masum bir çocuğa dönüştürüyor. Cehennemin öteki tarafa özgü bir kabus değil dünyaya özgü bir olgu olduğunu verirken, günah ve arınma mekanizmasının da burada olup bittiğini hatta bitmesi gerektiğini bağırıyor. İşte kadınlar bu şarkıyı söylüyor her an insana, insanin korkularına, insanin yakıp yıktığı, yok ettiği her şeye. Bu şarkıdan ziyade derin ve alengirli bir ağıt. Kuzularına kavalıyla müzik çalan bir çobanın naif edasıyla ertesi gün onlardan birini kurban etmesi kadar acımasız.

DAİRE - ATIL İNANÇ


 Daire, Atıl İnanç'a ait vahşi bir hayat oyunu hikayesidir özünde. Hep bir umut yolculuğu vardır insanin ruhunda. Bu umut onu nerelere taşır bilinmez ama su bir gerçektir ki tercihler insani şekillendirir. Koca bir yalan diyor bu hükme Daire. Çünkü toplum ve hayat musluktan akan su gibi saf değil aksine ayrıştırıcı dan geçtikten sonra bile riskli olan bir sudur bu. Tercih edersiniz ancak başarısız olursunuz ve aklınızda diğer tercihi denememiş olmanın merakı kalır. Yani hep bir acaba ile yasar dururuz. Hayat bize sadece bu tercihi sunduysa o vakit bu hayatin muktediri olan tanrı adil midir her insan üstünde sorusunu akla getiriveriyor.
İnsan hayati döngüsel bir prizma gibidir. Güneşin ışıklarını nereden yansıtacağı hiç belli olmaz. Filmdeki bas karakterde de  böyledir. Babasının ani vefatı üzerine kasabaya giden oğul maalesef orada karşılaştığı sistematik tökezlemeler ve bu garip sistemin kölesi durumuna gelmiş insan gruplarıyla tanışır. Felsefe okumasının ilk defa toplum ve hayat için ne kadar anlamsız olduğunu aslında buralarda çarkın daha farklı döndüğünü fark eder. Babasından kalan arazinin satışına elini atsa da bırak alabilmeyi üstüne borçlu bile gözükür. Komşusu olan eski tiyatrocu kadın karakter ise maalesef belediyenin tiyatro çalışmalarına izin vermemesi üzerine issiz kalıp sistemin garip çarkına kendini kaptırmak zorunda kalan zavallı birisi haline gelir. Belediyenin tiyatroyu kapatmasında ki mazeret orayı düğün salonu haline getirip rant pazarını fişekleme olsa da.. Ya sonra, sanatçı bir kadının hasta bir çocuğuna dahi bakamayacak konuma geldiğinde belediyeden rica ettiği iş alimi konusunda tek garantili işin gassal yani ölü yıkayıcısı olduğunu duymak onu hem güldürür hem de ağlatır. Zira farkındalık onu öyle bir dönemece götürür ki kendi kızının cenazesini yıkayacak eğitimli bir gassal olduğunu görmesi kadar acı veren bir farkındalıktır bu. Ya bas karakter? O da düellosuna başladığı hayata karşı boynu kıldan ince bir korkusuzu oynarken boynundaki urganın onu sallarken kah göremediği babasıyla hayati sorguladığı kah da yıllardır konuşmadığı oğluna bu kadar net sokulabildiği bir gerçeklik sunar. İste hayatin dairesel açıları burada yerle yeksan olur zira nereye gitsek bizi yakalayan ağzı leş gibi acımasızlık kokan hayatin bizden çaldığı hatıralar bir gün bizi de çalacaktır der Daire. Nazan Kesal ve Fatih Al'in oyunculuklarına tek kelime söylemek bile hata olur çünkü son derece doğal, naif ve vakarlı bir oyunculuk sergilemişler.

KÜF - ALİ AYDIN




"Başın saolsun!" aslında ne kadar sade gözüken ama derinden vuran bir cümle. He le ki 18 yildir biricik oğlunun varligindan yoksun bir baba icin. Basri'nin küflenmiş acilarinin arabesk bir derlemesi Küf.

 Aslinda diger taraftan içsel aforizmalarina hergun kirbac atan delik desik olmus bir adamin sürüncemeleri. 18 yilldir goremedigi oglunun acisini ama ondan cok akibetini merak eden acılı bir babanin şehirden uzak kucuk bir klubede yalniz hayatindan enstantaneler izlerken, evinin icinde calisan bir rus modeli el radyosu bir de zamani onune katmis kement vuran bir masa saatinin dingin ama ruhsuz eve kattigi gostermelik hayati siniyoruz Basri ile birlikte.

 Öyle ki gunlerini isci olarak calistigi demiryolunda, kendiyle hesaplastigi o karanlik dipsiz yalnizliginda dolasiyor adeta. Her ayin 15'inde standart emniyet mudurlugune oglunu bulmak icin yazdigi mektubu kendi elleriyle verir ve birgun mutlaka bir haber alacak umuduyla işine devam eder Basri.

Bir de kadına kıza duskunluguyle bilinen demiryolunda ayni gorevde calisan Cemil var. Her firsatta Basri ile ugrasan ve onun durumunu tiye alan ayyaş ve işten kaytaran Cemil. Basri icin birsey ifade etmeyen Cemil, adeta asalak gibi Basri'nin etrafinda dolanir ve onun derin acilari uzerinde cocuk gibi oynar. Hayatin agir tarafini sembolize eden Basri ve hafif tarafini anlatan Cemil. Cemil'in öldugunde yaninda olup kılını bile kipirdatamayan Basri, cenazesinde de ayni toklugu gosterecek kadar bitmistir zira ezan okundugunda sırtını cevirdigi aslinda bir anlamda dini itikatlarinin gitgide zayiflamis olmasi degilmidir?

Tanrinin oglunu yillardir ona gostermemesi ve canini ne olursa olsun almamasi akabinde bu dunyaya sıkısıp kalmasi tanrinin sucudur onun gozunde! Ha birde devlet sistemine yaptigi sessiz öz elestirisi de cabasi. Kuf, icinde yasadigi depremleri ve sancilari artik sara nöbetlerine donusmus raylarin ucunda bir hayat yasayan bir babanın sessiz bir agitidir.

SEMER - (FERİT KAROL)


Semer, sevgili Ferit Karol'un ikinci kısa film çalışması ve bu çalışmasında tıpkı ilki gibi toplumsal yozlaşmanın ağırlığı altında ezilen bireyleri anlatıyor. Türk sinemasının da son dönem filmleri arasında genel bir tema olan bireyde kimlik bunalımı, Karol'un yapıtında da görülüyor.

Karakterinde izleniyormuş merakı veren aktüel çekimin, tıpkı Dardenne kardeşlerin 'Rosetta'  ya da Erdem Tepegöz'ün 'Zerre' filmlerinde de rastladığımız o naif rotasyon 'Semer'de Orhan karakteri üzerinde de görülüyor keza Orhan hem ailevi bir yükümlülüğün altında babalığın ve koca olmanın getirdiği ağır bir yükü yüklenirken diğer yandan borçlarını kapatabilmek için giriştiği o bitmek bilmeyen hayatın zor sınavını verme mücadelesinde yitip giden bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.

Araba parkında fade in yapan film, başroldeki Orhan karakterinin o yapısal çizgiyi bozmadan ilerlediği sinerjiyi yavaş yavaş ayrıştıran, dinamikleri arkasında biriktirmeyip neyi varsa söyleyip geçen, gerçekçi sinema örneklerinin başarılı kotarılmış tarzlarından biriyle karşı karşıyayız. Durağan metabolizmasının aksine, hareketli kameranın nimetlerinden yararlanmış olan Karol, diyalog tercihlerini özellikle ev içi sahnesinde daha kısıtlı tutmuş olsa, filmin seyri daha farklı boyutta olabilirdi ancak karakterin rasyonel bütünlüğü filmin artılarından. Tek başına taşıdığı rolü ile tıpkı filmin adı olan 'Semer' gibi üstüne alıp, toplumun içinde var olmaya çalışan güçlü bir birey, bir insan,bir baba ve hatta bir koca olma sorunu üzerine gitmiştir bu filminde Karol.

Ferit Karol ile 'Semer' üzerine yaptığımız samimi röportajdan geriye bakın neler kalmış;

Bu filminizde altını çizdiğiniz birey ile ilgili hangi mesel üzerinde durmaya çalıştınız?

-Bu filmi çekerken asıl derdim sizin de fark ettiğiniz gibi yozlaşmış toplumun bireye dayattıkları. Bu, bir dayatma  şeklinde de olabiliyor uzaktan etki de edebiliyor açıkçası. Toplumun içinde yaşayan bireyi mercek altına almak benim derdim.

Filmi genelde tek plan halinde çektiğiniz görülüyor, bu konuda genelde tek çekim planları tercih ettiğinizi söylemek doğru olur mu?

-Aktüel ve plan sekans çekimleri tercih etmemin nedeni seyirciyi Orhan'a şahit etmek. Bir bakıma üçüncü göz oluşturarak gerçekçiliği yakalamak. O yüzden iki yer hariç bütün sahneleri tek plan olarak çekmeyi tercih ettim.

Bu filmde amatör oyuncularla mı çalıştınız yoksa sinema tiyatro kökenli olanlar mı ağırlıktaydı?

-Başrol erkek karakter (Mesut Coşkun), eşi rolündeki kadın oyuncu (Kader Karadeniz), çocuk oyuncu (Efeberk Kıraçoğlu), kahve sahnesindeki Serkan karakteri (Serkan Fakılı), ve anketör şefini (Murat Çelik) canlandıran oyuncularımız, oyunculuk eğitimi almış, popüler olmasa da sinema, tiyatro, televizyon alanlarında çalışmalarını sürdürüyorlar. Sadece araba pazarı sahnesindeki müşteri karakterini babam, yaşlı anne rolünü ise anneannem canlandırdı.

Oyunculuk deneyimleri olmamalarına karşın, filmde duruşları ve sade oyunculukları gayet güzeldi.

-Teşekkür ederim bana her zaman destek olurlar.

Film, ne kadar bir süre zarfında tamamlandı ve takribi maliyeti ne oldu?

-Filmi sabahtan akşama olacak şekilde tam üç günde tamamladık. Bu üç gün için ortalama 2,5-3.000 TL civarında bir harcama yaptık.

Film'in içeriği  hangi yan unsurları da içinde barındırıyor?

-İnsan olarak bireyin toplumda tutunması konusu beraberinde, sorumluluk ve vicdan konularına da eğiliyor.


Kendinize feyiz aldığınız yönetmenler ve sizi etkileyen filmler nelerdir? Ve bu filminizde onların izlerini görmek mümkün müdür?

-Örnek aldığım yönetmenleri kendi içlerinde kategorilere ayırıyorum. Örneğin en çok Haneke ve Dardenne'lerin toplumun içinde didinen bireyle ilgili sinemasını, Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz'un ise insanın kendi dünyasını irdeleme ve yansıtmasını, küçük insani nüansları ele alış biçimlerini takip edip, bunlar üzerinde çalışarak kendi sinema dilimi yaratmaya çalışıyorum.

Beni Türk sinemasında en çok etkileyen filmler 'Uzak' ve 'Yeraltı' .

Semer filminin konusunu herhangi filmden etkilenerek çekmedim sadece çevremde filmden bağımsız olan bir durum ile ilgili aklıma gelen bir düşünce üzerine çektim.'Böyle olsa nasıl olurdu ' diye düşündüm ve  empati yapmak istedim.

Bende sayın Ferit Karol'a bu güzel söyleşi ve ayırdığı zaman için teşekkür ediyor ileriki çalışmalarında başarılar diliyorum.


HAKAN ÜNAL

A Cup of Cinema