24 Mart 2015 Salı

PATİKA -ONUR YAĞIZ





Doğanın samimi kucağına yatırılmış eşsiz bir mekanında dingin bir özleyiş masalı Patika.

Kilise çanlarıyla açılan kadrajın iç bir oğulun iç sesiyle dinginleşen bir odaya ve oradan da bisikleti hazırlayıp binmeye başlayan bir babaya akan görüntü, bisiklete sırasıyla binen ama bir türlü beraber binemeyen bir baba oğulun yakınındayken bile özlem duyduğu birlikteliği yaşama ritüeli, toprak kokusu, ormanın bakir horultularıyla birleşince sinematografik bir görsellik ortaya çıkmış.

Oğulun babasına olan yaklaşımları ve bunun için gösterdiği çaba, içindeki mekanikleşmeyi bastırıyor ve birbirini statik bir bağla bağlayan bisiklet metaforunu sanki güçlü ve herşeyin ötesinde bir düşmanmış gibi gösteriyor. Bir yerden bir yere hareket etmek amacıyla kullandıkları bu bisiklet baba ile oğulun arasına çöreklenmiş bir uyarıcı gibi her daim geçtikleri Patika'da aralarına bir mesafe katıyor.Bisiklet ayrıca anneden kalma bir anıyı ve özlemi de sembolize ettiği için ayrı bir önem taşıyor. Ancak anneyi yaşatacak bir anıya değil babanın varoluşcu sempatisiyle sıcaklık bulan bir oğulun iç sesi kendi dünyasındaki derinliği yansıtıyor.

Babanın içtiği bir sigara kadar bile yakın olabilmenin hasretliğinde olan oğul, babanın kullanamadığı arızalanan çakmağını bile onarmayı deniyor ama nafile uğraştığını anlayınca sinirlenip onu tabiat ananın bağrına fırlatıveriyor.

Bisikleti toprağa gömerek aralarıındaki yanyana yürümeyi düşünen oğul, bisikletten ayrı aldığı farını da aralarındaki sahte karanlığı aydınlatmak için kullanıyor. Öyle ki doğanın baba ve oğula en büyük sürprizi onları kendi sonbahar yağmuruyla vaftiz edip ikisini de karanlık bir tünele hapsetmesi.Ki bu hapis onların günlerce ulaşamadıkları yakınlıkları ve paylaşamadıkları o samimiyeti hissetmeleri için de biçilmiş bir kaftan oluveriyor.

İlk ateşi oğul yakıyor. Oğulun yaktığı bu ateş ile baba sigarasını tüttürüyor. Ateşi yakıncaya kadar iki farklı lisan ile aralarında süregelen yabancılaşma artık yerini baba ile oğul arasında olması gereken samimi bir dile bırakıyor.

Yönetmen Onur Yağız'ın yalın bir dille natüralist bir simetri anlayışıyla kotardığı ilk filmi Patika, birçok festivalde gösterilme fırsatı bulmuş ve övgüler almıştır. Bence de kısa film üzerine yapılmış en nadide örneklerden birni temsil eden Patika, sersemletici derinliği ve minimal coşkunluğu ile seyre değer bir yapıt.

Yönetmeni Onur Yağız ile Patika ve sineması üzerine konuştuk,

Sinemaya ilk adım atmanıza neden olan faktör nedir?

Tiyatro. Ben ilk başta oyuncu olma hayalini kurmuştum.

Nasıl bir yönetmendir Onur Yağız?

Bir filmle maalesef yönetmen olunmuyor. Karakter olarak, çalışkan, bazen tembel, ama mükemmeliyetçi bir yapım olduğunu söyleyebilirim.

Fransa'da ne zamandır yaşıyorsunuz? Fransa'da kaldığınız süre zarfında sinemasal anlamda size getirileri neler oldu ?

Ben Fransa’da doğup büyüdüm. Fransa’da yaşamanın sinemasal getirilerinden çok isçi gurbetçi çocuğu olmanın getirileri oldu bana. Ve bunlardan en önemlisinde iş ahlaki diyebilirim.

Patika adlı yapıtınızın ortaya çıkış hikayesi nedir ?

Belirli bir çıkış hikayesi yok aslında. Hayattan, yaşanmışlıklardan ilham alıyorum.

Patika özgün bir yapıya sahip hikayemi yoksa yaşanmışlıkların toplandığı bir duygu ritmi midir ?

Kurmaca olduğu için yaşanmışlıklarla beslenmiş özgün bir yapıya sahip bir hikayedir diyebilirim.

Baba ile oğlun arasındaki psikoloji hakkında konuşalım. Oğulun özlemişlik durumunu babanın soğukkanlı ve belirgin olmayan sevgisiyle birleştirdiğimizde ortaya çıkan bir mesafe var. Bu mesafeyi belirleyen midir Patika ?

Açıkçası, filmin yönetmeni olarak, analizini yapmam ne kadar uygun olur bilemem. Ama baba ve oğul arasındaki mesafeyi simgeleyen en önemli unsur patikadır diye düşünüyorum.


Filminizi izlerken yıllar önce izlediğim Semih Kaplanoğlu’nun ‘Bal’ filmi geldi aklıma. Babaya karşı duyulan sevgi, derinlerde ulu bir aşka dönüşürken film otomatik olarak masallaşıyor. Bu ritm sizin filminiz de de var. Çehovyen bir masalın pastoral bir yansıması diyebilir miyiz ?

Çehov’u zevkle okuyorum, ama her filme çehovyen veya dostoyevskiyen yakıştırması yapılması beni tedirgin ediyor. Ben öz güveni gayet yerinde olan biriyim ama, sinemada çehovyen bir kisa film çekebilmem için daha kırk fırın ekmek yemem gerektiğini unutabilecek kadar egoist değilim.

 Mekan olarak neresi ve neden bu seçim yapıldı? Baba ile oğul şehir içinde aynı hikaye ile yansıtılsaydı nasıl bir etkisi olurdu ?

Mekan seçimi duygusal bir seçim oldu. Doğup büyüdüğüm yerde çektim ilk filmimi. Ve ayni hikaye şehirde geçmiş olsaydı başka bir film olurdu.

Çekimler ne kadar zamanda sona erdi. Çekimler sırasında karşılaştığınız veya paylaşmak istediğiniz bir anınız var mı ?

Yanlış hatırlamıyorsam çekimler altı gün sürdü. Her çekimde olduğu gibi güzel ve kötü anılarımız oldu. Filmin kendisinden çok, ben bu anıları seviyorum aslında, çünkü neticede film iyi de olsa, kötü de olsa, beni duygulandıran şey onun samimiyetine inanan birilerinin olması.


Baba ile oğul arasındaki diyaloglara ara sıra oğlun Fransızcayı seçerek devam etmesi her iki tarafı farklı bir noktaya taşımış. Baba ve oğul arasında kimyasal ve fiziksel farklılıklar yaratmış. Bu konuda söylemek istediğiniz bir şey var mıdır ?

Öncelikle bu konuya değindiğiniz için teşekkür ediyorum. Benim için iki farklı dil konuşmak çok olağan bir durum olduğu için bununda filme yansımasını istedim. Oglun iki dil arasında gidip gelmesi ise, babayla oğul arasınındaki mesafeli ilişkiyi pekiştiriyor.

Patika bütçe olarak ne kadara mal oldu ? Herhangi bir destek aldınız mı ?

Film için Fransa’da çeşitli fonlardan yararlandık. Bütçesi Türkiye şartlarına göre ekstrem sayilsa da, Fransa şartlarına göre ortalama diyebiliriz.

Onur Yağız sinemasından bahseder misiniz? 

Sanatın, insanı insana kavuşturan en kısa yol olduğununa inanıyorum. Şimdi bu yolun henüz başindayken, bir Onur Yağız sinemasından bahsetmek çok erken.

 İlerideki projelerinizden bahseder misiniz?

Bir aksilik olmazsa, bu yıl ikinci kısa filmimi çekmeye hazırlanıyorum.

23 Mart 2015 Pazartesi

ANTALYADAN BİR KISA FİLM FESTİVALİ GEÇTİ!!


Antalya'da Atatürk Kültür Merkezinde 21 Mart akşamı Antalya Rotary Klübün yanına birçok sponsoru da alarak düzenledikleri kısa film festivali Rofife bu yıl 7.ci yaşını kutladı.

Kısa film olgusunun çok nadir yaşandığı yerlerden biri olan Antalya'da bu tarz organizasyonlar aslında samanlıkta iğnedir o yüzden Rofife 07 gerek uluslararası ayağıyla gerekse ulusal boyuttaki kısa film olgusunu tek bir çatıda toparlayıp uyum içerisine getirerek sanat adına çok hakeden bir tutum sergilemiştir.

Ülkemizde bilindiği üzere kısa film ve kısa filmcilere verilen değer ve destek maalesef kollektifleşen uzun metraj film ve filmcilerin gölgesinde kaldığı için daha geriden ilerliyor. Her ne kadar Avrupa standardı üzerinden hareket ettiğimiz söylense de bence o mertebe bizim için biraz hatta epey uzak gözüküyor. Acımasız olmak istemem ama parmaklarım daha ılımlı cümleleri yazmamda bana yardımcı olmuyor. Madem Antalya'da böylesine güzel bir etkinlik yaşandı ben de kısa film festivali üzerinden hem kısa filmcilerle olan söyleşilerimden onların çıkmazlarına biraz değinmek hem de kısa film de ülkemizde nereye geldiğimizi göstermek istiyorum.

Herşeyden önce kısa film yapmak ayrıca bir sanattır demeliyim zira gerek senaryo taslağından tutun oyuncu seçimi ve fonlarına kadar herşeyiyle istikrar ve fedakarlık isteyen büyük bir iş. Şimdi tamam ama uzun metrajda da aynı temaşa var diyecekseniz. Evet haklısınız ancak uzun metraj da bu yolculuğun sistematik bir algısı var ancak kısa da bu algı hava da kalıyor ve bir türlü onu biryere oturtamıyorsunuz. Sektörel döngü her zaman uzun film odaklı bir marjla çalışırken kimse kısa filmin yüzüne bakmıyor o yüzden bir tencerede 3 çeşit yemek pişirmeyi öğrenen kısa filmci ekonomik bir öğün şeması hazırlayıp dengesini tutturmaya çalışıyor.

Tam bağımsız kavramı daha netlik kazanıyor bu sektörde git gide. Senaryonuz sizin karakteriniz olduğu için bu karakteri bozacak, değiştirecek veya ortak olacak her türlü etmen ne kadar bir taraftan finansal eksikliği giderse de diğer taraftan bir çok şeyi de götürüyor. Elinizdeki saf senaryo katmanlaşıp dönüşüyor ve sizin teninizle veya hücrelerinizle aynı veriyi vermeyen farklı bir otomasyona giriyor.

Ülkemizde maalesef kısa filmin bu denli diplerde dolaşması ve farkındalığının olmaması aslında en üstten başlayan bir yanlış. Bir yönetmen her halükarda kısa bir film ile yolculuğa başlıyor sonrasında hemen uzun metraja sıçrıyor. Akabinde hep uzunla devam ediyor. Halbuki bu yönetmenlerin en az 2 yılda bir kısa film çekmesi veya kısa filmcileri setlerinde asistan olarak kullanmaları keza bu sayede onların boşluklarını kapatıp yetim kısa film kavramını bozmaları ne kadar da iyi olurdu!

Yurtdışında, bu pek bilinmez ama pekçok yönetmen bu sistemi uyguluyor. Sinema okulda öğrenilip yapılacak bir sistem değildir asla. Sinema gökkuşağı gibidir. Her renginde ayrı bir hava her yansımasında ayrı bir döngü vardır. Aldığı doneyi nerede kullanacağını bilemeyen bir sinemacı olamaz. Örneğin David Cronenberg ve Atom Egoyan iki Kanadalı yönetmen, setlerinde mutlaka kısa film yapmış öğrencilerden birkaç tane bulundururlar, neden mi ? Kısa filmcilere staj olanağı sağlamak için keza böylesine bir çalışma programı güçlü bir referans ve motivasyon demektir. Oysa ülkemiz sinemasıyla kıyaslandığında bu oldukça farklıdır. Bırakın kısacıları setlerde çalıştırmayı kollektif olma ve işi finansal kaygı ve bireysel egoya dönüştüren birçok yönetmen şu an tek tabanca kişisel sinema yapmaktadırlar. Bireysel sinema anlayışının öldürdüğü kollektif düşünce beraberinde kollektif çalışmayı da etkiler.

Neyse ki bu gibi eksilerin yanında ülkemiz kısa filmcilik alanında yeni yeni gelişmelerde yaşıyor. Bunlardan biri de kısa filmlerin gösterilip sahiplerine telif ödeneceği ilk kısa film sineması 'Karınca Sineması'nın açılışı. Bu Türkiye'de bir milattır. Devamının gelmesini de ayrıca umut ediyorum.Kısa filmcilere sağlanan destek fonlarının da ağır adımlarla genişlemesi de beni ayrıca heyecanlandıran noktalardan birisidir. Kısa film geleneğinin ve kısa filmcilerin muhatap alınması ve desteklenmesi 90'lı yıllara kıyasla epey ilerlemiştir ancak şöyle de bir durum ortaya çıkmıştır; her kısa film festivali maalesef kısacıları tam anlamıyla destekleme veya kayırma değil de onlar üzerinden nemalanma ve prim yapma olgusunu da doğurmuştur.Böyle çirkinliklerin içerisinde elbette bir gün bu tarz kara sayfalar olmayacaktır.

Gelelim Rofife 07 uluslararası kısa film festivaline. Sayın Süreyya Gürgan'ın önderliğinde ilerleyen ve altyapısı aylar önceden hazırlanan festivale yurt dışı ve yurt içinden kurmaca,deneysel,animasyon ve belgesel kategorilerinde  321 kısa katıldı. Katılımın pek de yoğun olmadığı festivale onur konuğu olarak sinemasın duayenlerinden Ahmet Mekin, Ercan Kesal,Aytekin Çakmakçı ve İpek Tuzcuoğlu katıldı. Ercan Kesal ve Aytekin Çakmakçı'ya festivalde Sinema Emek Ödülleri verilirken Ahmet Mekiin'e Ustaya Saygı Onur Ödülü takdim edildi.

2014'ün en çok beğenilen ve ödül rekortmeni kısalarından Orhan İnce'nin 'Adem Başaran' ve Cüneyt Karakuş imzalı 'Suret' adlı filmleri festival başında Jüri Özel Ödülüyle ödüllendirildiler.

Kurmaca dalında Tufan Taştan imzalı 'Vitrin', Derya Durmaz imzalı Ziazen ve Resul Sakınmaz imzalı 'Suyun Öte Yanı' mansiyon ödülüyle yetinirken, 3.lük ödülü festivalin onur konuğu ülke olan Azerbeycan asıllı Sergey Pikalov'un geçtiğimiz yıl Cannes Short Film Official Section da gösterilen ilk Azeri kısa filmi olma özelliği de taşıyan 'The Last One' adlı film aldı. 2.lik ödülü yine yurtdışına, Fransa'ya gitti. Fabrice Bracq imzalı 'Dad in Mom' adlı yapıt gecenin ikinci uluslararası kazanan ülkesi oldu. Zafer ise Kıbrıs Rum Kesimine, '5 ways to die' adlı yapıtıyla kadın yönetmen Daina Papadaki'ye gitti.

Belgesel kategorisinde Remzi Kazmaz imzalı 'Fırtınalı Günler' ile Mustafa Karakaya imzalı 'Bir Şehrin aşırı acıklı hikayesi' adlı yapıtlar mansiyon ödülleri alırken, 3.lük İzgicem Al imzalı 'Mecbur'a, 2.cilik Furkan Özdemir imzalı 'Gizli Engel'e, 1.cilik ise Yavuz Selim Taşçıoğlu imzalı ' Varosha-Hayalet Şehir' ile Rıdvan Yavuz'un 'Kar Tutan Çocuklar' adlı yapıtlarına gitti.

Animasyon kategorisinde mansiyon ödülleri yine iki yapıta gitti. Amit Katz imzalı 'Sound of Longing' ve Orhan Umut Gökçek imzalı 'Vakitsiz Horoz'. 3.lük ödülü Osman Çubukçu ve Önder Menken imzalı 'Kök' adlı yapıta giderken, 2.lik Seçkin Yalın'ın 'Akdenizli'sine, 1.cilik ise Serdar Çotuk'un 'Merdivenler' adlı çalışmasına gitti.
Deneysel kategoride değerlendirilen filmlerden ise mansiyon ödülü Cem Uçar'ın 'Sekiz' ile festivalde  Umut Subaşı'nın 'Pudrasız' adlı yapıtına gitti. 3.lük ödülü Veysel Çelik imzalı '301'e giderken 2.cilik ödülü Irmak Karasu imzalı 'Edifice' ve 1.cilik ise Bilgi Diren Güneş imzalı 'Natürmorg' adlı yapıtlara gitti.

Yakında yeni uzun metraj filmi 'Terkedilmiş' ile prömiyer yapacak olan yönetmen Korhan Uğur'un küçük kızı Nisan Uğur'a ait 'Zinko' adlı yapıta da Rofife 07 Teşvik Ödülü verildi. Nisan Uğur gecede ödül almış en küçük yönetmen olma mutluluğunu da beraberinde yaşadı.
Çanakkale savaşının 100.yılınında işlendiği festivalde bu başlık altında  İnsanlar ve Kültürlerarası Diyalog ödülü iki ayrı yapıta verildi.Derya Durmaz imzalı 'Ziazen' ve Onur Kıratlı imzalı ' Doğumdan Ölüme Barış' bu ödülü paylaştı.

Sosyal Sorumluluk projesi özel ödülü ise geçtiğimiz sene 'Baba' adlı yapıtıyla ses getiren Soner Sert'e gitti.

Bir festival daha bu şekilde sona erirken umuyorum ki daha nice festivallerde kısa filmciler hak ettikleri yere ulaşacaklardır.Rofife 07'de emeği geçen başta komite başkanı Süreyya Gürgan'ı ve bu heyecanı kısa filmcilere yaşatan Rötary üyelerini kutluyorum.

4 Mart 2015 Çarşamba

PERSONA

Derinlik psikolojisinin üç büyük ustasından biri olan Carl Gustav Jung’un ortaya attığı, bireyin günlük yaşamdaki ihtiyaçlara olan tavrını simgeler Persona. Türkçe manası maske anlamına gelir. Toplumdaki her bireyin çocukluk sonrası belirli roller alarak kendilerini kamufle ettikleri bir dünyaya merhaba demelerinin altındaki maskedir işte bu. Her personanın altında mutlaka gerçek karakter mekanizması yatar elbette ancak insan birey olarak toplum psikolojisinin içinde kendine bir nevi savunma stratejisi belirler ve kendine uygun bir personayı giyer. İşte Bergman ustanın filminde altını çizdiği yegâne faktör de budur.

Sinema tarihinin en önemli filmlerinden olan ‘Persona’, sonrasında yapılan birçok filmi de derinden etkilemiş bir Bergman başyapıtıdır. Bergman’ın bu projeye girmesindeki en önemli etken de 1965’te geçirdiği iç kulak enfeksiyonu olmuştur. Bergman hastalandığı süre içerisinde sürekli olarak, hatta uyurken bile baş dönmesi yaşar. Başında bir bantla haftalarca yatağa bağlanan Bergman, doktorunun tavana boyadığı bir noktaya bakarak baş dönmesini önlemeye çalışır. Ama her bakışta oda fırıldak gibi dönüyormuş hissine kapılır. Bergman tavandaki noktaya konsantre olarak iki yüzün birbirine karıştığını hayal etmeye çalışır ve bu ona biraz olsun yardımcı olur. İyileştikten sonra pencereden dışarı bakar ve bankta oturan hemşire ve hastayı görür. İşte bu değerli başyapıtın tohumları da ilk defa orada atılmış olur.

Günümüzde de örneklerini farklı türde filmlerde izlediğimiz ünlü sanatçıların sanat dünyasında git gide geriledikleri ve gözden düştükleri bir dönemde merkezi kriterlere indikçe her birinin amnezik sancıları olduğu görülür. Her birinin yanlış ve eksik bir geçmiş dönem sorgulamaları olduğu gibi bunları kuvvetlendiren duygusal boşluklar ve histeriler yaşamaları gitgide sınır çizgisine geldiklerini de gösterir. Toplumda maskelenmiş insanların kimi zaman yaşadığı depresif ve nevrotik sıçramalar, onların bir anda farklılaşıp kabuk kırmalarına sebep olabilir. Ayrıca bazıları kendi personasıyla özdeşleşir, yani maskelediği sahte karakterini benimseme yoluna gider ki bu da onu içinden çıkılmaz kuytu bir yalnızlığa ve korkuya iter. Kendi gerçekliğini kaybeder ve başka bir kişiliğin rolünü alır.
Bergman, Persona analizi yapmadan evvel algı bozulmasını kurgu yanılsamasıyla beraber çizgi dışına taşımış ve ölü insanlardan yakın plan çekimler ile çocuk masumiyetinin deliksiz rahatlığını kullanarak, pasif bir annenin yüzü üzerinde dolaşan bir haşere gibi kadını, kişiliği ve karakteri bizzat delik deşik etmiştir.

Kendi geçmişinde yaptığı hataları bastırmak için susan ve hastaneye yatan ünlü sanatçı, kendisine bakmakla yükümlü olan sıradan bir hemşire ile aynı çatıda kalarak kendi yabancılaşmasını unutmaya çalışır. Ne var ki suskunluğunu benimseyen hemşirenin gün be gün kendi özel sırlarını paylaştığı bir anlamda manevi bir sırdaş veya kız kardeş haline gelen aktris, doktora yazdığı mektupta bahsettiği hemşireyle ilgili düşündükleri hemşirenin zarfı açıp gerçekleri okuduktan sonra olay farklı bir boyut kazanır. Filmin ivmesini hızlandırdığı gibi psikolojik analitiğin alt metinlerini de sarsan bu başlangıç, hemşirenin aktrise bakışını negatif tarafa çeker ve ona karşı gizli bir düşmanlık hissetmeye başlar. Kendi yüzünün ona ne kadar benzediğini düşünürken yolda arabayı durdurup göldeki yansımasına baktığında ne kadar farklı olduğunu anlar. Her gün hemen hemen her vakit konuştuğu, olmak istediği bu sanatçıya artık saygı duymaz ve aksine onu konuşturmaya çalışır.

Rollerin değiştiği sırada hemşire, artık kız kardeşi veya olmak istediği güzellikteki o sanatçı gibi değil onun eksiklerini ve kusurlarını her daim yüzüne vuran bir nefer ve onu konuşturmaya çalışan bir hemşireye dönüşür.

Filmin geneline bakıldığında zaman ve mekan kavramına rastlanmaz. Bir hastane odası ve orada tedavide tutulan Elisabeth (aktris), sanki kendisine radyodan dinletilen piyes ve televizyondan seyrettirilen yakılan bir rahip onu analiz etmek için kullanılan deneysel faktörler gibi duruyor. Bergman da zaten sesini kısmış bir sanatçının ruhundaki acıya toplu iğneler batırarak onun içindeki sakladığı ve kendini gitgide boşluğa sokan nefreti dışavurmaya çalışıyor. Hatta ardından hemşire ile sanatçıyı toplumdan izole olmuş bir eve kapatarak her ikisininde sınırlarını yokluyor. Labaratuar faresi gibi gizlice bıraktığı labirent panellerden kurtulan ve kurtulamayan denekleri gözlemliyor.

Bergman, bu yapıtında Jung ekliptikleriyle oynayarak bireysel bir hastalığı masaya yatırıyor ve ameliyatı herkesin önünde çırılçıplak yapıyor. Derinlik psikolojisinin alt katmanlarını eşelerken ortaya çıkan ruhun kasvetli karanlığını öyle gerçekçi resmediyor ki iki kadın karakterin birer dönüşüm süreci içine girmesini ve bu macerayı tüm psiko dinamikleri kullanarak adeta delik deşik ediyor. Ortaya da tadından yenmeyecek yıllar boyu tekrar tekrar izlenecek bir başyapıt çıkıyor.