
1960’ların Polonya’sında geçen hikâye, ruhban
okulunda rahibelik eden genç ve güzel Anna’yı rahibe kıyafetleriyle birkaç
ayinde görürüz. Özellikle seçilmiş siyah beyaz tonajın, soluk desenlerin
altında yatan bakir güzelliği temsil eden Anna, her ne kadar kendine bir beden
büyük gelse de ruhban okulunda sanki geçici bir süreliğine varmış izlenimi
taşıyan ve aklında hep bir soru işaretiyle dolaşan bir rahibe görüntüsü
vermektedir.
Hayatta hiç kimsesinin olmadığını bilen Anna, bir gün teyzesinin varlığından haberdar olur ve hikâye orada hareketlenmeye başlar. Gerçek bir rahibe olmak için yemin aşamasına gelmiş Anna için bu ilginç bir gelişme olmuştur. Baş rahibenin ona gidip teyzesinden rahibe olacağı için gönül desteği alması rızası üzerine valiziyle yola çıkan Anna, kendi hayatıyla ilgili de bir yolculuğa çıkmış olur.
Hayatta hiç kimsesinin olmadığını bilen Anna, bir gün teyzesinin varlığından haberdar olur ve hikâye orada hareketlenmeye başlar. Gerçek bir rahibe olmak için yemin aşamasına gelmiş Anna için bu ilginç bir gelişme olmuştur. Baş rahibenin ona gidip teyzesinden rahibe olacağı için gönül desteği alması rızası üzerine valiziyle yola çıkan Anna, kendi hayatıyla ilgili de bir yolculuğa çıkmış olur.
Teyzesini bulduğunda uzun yılların
bitirmişliği ve bırakmışlığı arasında gidip gelen bir sarılmayla yılların tozunu
siler teyzesiyle. Ardından eskiden yaşanılanlarla ilgili konuşmalar gelir tabii
ki. Ancak arada teyzesinin yaşamından da kesitler öğrenir zavallı Anna. Mesela
içki, sigara ve erkeklerle olan serseri hayatına sahip teyzesinin duruşu ile
Anna’nın masum ve sessiz duruşu ters köşe yaratır. Ancak Anna, tanrının bir hizmetçisi edasıyla
teyzesini vazgeçirmeye çalışır ancak başaramayınca onu olduğu gibi kabullenir.
Anna, teyzesiyle eskilerden konuşurken
öğrendiği ilk şey adının Anna değil Ida olduğu dur. Ida’nın bir Yahudi ismi
olmasını öğrenmesi de ayrı bir sürpriz olur. Anna, bu isim değişikliği
nedeniyle kendini biraz sorgular ve tanrının eşitlik ve adaleti savunduğu
mertebede bunun gereksiz bir sorgulama olduğunu hisseder.
Teyzesiyle beraber bir bara gider ve orda
müzik dinleyip ardından odaya çıkarlar. Şarkı söyleyen genç çocukla Ida
arasında geçen konuşma, Ida’yı farklı bir noktaya sürükler. Artık Ida, yaşadığı
her şeyi tanrısal inançlara uygunluk çizgisinde değerlendirmenin acizlik olduğu
fikrine inanmaya başlar. Gün be gün kabuğundan sıyrılan bir ergen gibi Ida,
değişim devresi yaşar.
Teyzesiyle buldukları ailesinin toplu mezarına
gelince öğrendikleri korkunç gerçek Ida’nın tanrıyı sorgulamasına kadar gider.
Keza akabinde teyzesinin sessiz intiharı ve Ida’nın iki dönemeç arasında
kalması, teyzesinin evinde bulduğu sigarayı, içkiyi içip barda karşılaştığı
genç delikanlıyla bir gece seks yapması bir anlamda içinde tanrıya karşı
koruduğu masum ve bakir bedenine zarar vererek tanrıdan aldığı sessiz intikam
gibi yansır.
Ailesinin Nazilerce hunhar bir şekilde
katledilip çukura öylece atılmasını o güne şahit olan birisinden bizzat duyan
Ida, tanrının o an orada varlığını neden gösteremediği inancına girip dehşete
düşer.
Final sekansı elbette ki Pawlikowski’nin stratejisini
de ortaya koyar bir anlamda keza Ida artık rahibelik makamına gelmek için can
atan bir kız değil hayatın birkaç gün içerisinde öğrendiği dipsiz acılarını
içinde hala tutan acılı ve günahkâr bir kadın olmuştur. Tanrının evinde diğer
kızların rahibelik için ettiği yeminleri gördüğünde kahkahalarla gülmesi de
buna vuran en güzel ve sade eleştirel bir bakıştır.
Ida, o hep bildiğimiz ve içimizde özel bir
yerde sakladığımız geleneksel inançları ve düşünceleri yer le bir eden bir
dönemece sokar izleyiciyi. Taraf tutmadan kararı izleyiciye bırakan o
enstrümantel bitiş sendromu, filmden kalkıp gittiğiniz de de içinize taş gibi
oturur. Ida’nın ya da Anna’nın gelgitleri ve derin saklanışları tüm
çıplaklığıyla serzenişte bulunur filmde. İsimlerin değişmesiyle değişen
karakter yapıları bize analiz etme hususunda daha net fikirler verir.
Bu yılın en iyileri arasında yer alan bu yapıt
hem temasındaki ince nüanslarla hem oyuncusunun sade ve naifliğiyle hem de siyah beyaz bir 60’lara
bizi götüren Nazi işgali sonrası Polonya’nın sosyo-politik durumuna kamerasını
uzatan Pawlikowski’nin natüralist sinema felsefesi için izlenmeye değer bir
yapıttır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder