19 Aralık 2014 Cuma

IDA - PAWEL PAWLIKOWSKI




En son ‘The Woman in the fifth ‘ ile bir görünüp bir kaybolan Polonyalı usta yönetmen Pawel Pawlikowski’nin beklediğimize değen usta işi bir anlatıma sahip siyah beyaz ağıtı ‘Ida’, kuşkusuz 2014 yılının en sade en iddiasız ama dönüp bakıldığında hatırlayacağınız kareleri beyninizin bir köşesinde sürekli tutacağınız bir film.


1960’ların Polonya’sında geçen hikâye, ruhban okulunda rahibelik eden genç ve güzel Anna’yı rahibe kıyafetleriyle birkaç ayinde görürüz. Özellikle seçilmiş siyah beyaz tonajın, soluk desenlerin altında yatan bakir güzelliği temsil eden Anna, her ne kadar kendine bir beden büyük gelse de ruhban okulunda sanki geçici bir süreliğine varmış izlenimi taşıyan ve aklında hep bir soru işaretiyle dolaşan bir rahibe görüntüsü vermektedir. 

Hayatta hiç kimsesinin olmadığını bilen Anna, bir gün teyzesinin varlığından haberdar olur ve hikâye orada hareketlenmeye başlar. Gerçek bir rahibe olmak için yemin aşamasına gelmiş Anna için bu ilginç bir gelişme olmuştur. Baş rahibenin ona gidip teyzesinden rahibe olacağı için gönül desteği alması rızası üzerine valiziyle yola çıkan Anna, kendi hayatıyla ilgili de bir yolculuğa çıkmış olur.

Teyzesini bulduğunda uzun yılların bitirmişliği ve bırakmışlığı arasında gidip gelen bir sarılmayla yılların tozunu siler teyzesiyle. Ardından eskiden yaşanılanlarla ilgili konuşmalar gelir tabii ki. Ancak arada teyzesinin yaşamından da kesitler öğrenir zavallı Anna. Mesela içki, sigara ve erkeklerle olan serseri hayatına sahip teyzesinin duruşu ile Anna’nın masum ve sessiz duruşu ters köşe yaratır.  Ancak Anna, tanrının bir hizmetçisi edasıyla teyzesini vazgeçirmeye çalışır ancak başaramayınca onu olduğu gibi kabullenir.

Anna, teyzesiyle eskilerden konuşurken öğrendiği ilk şey adının Anna değil Ida olduğu dur. Ida’nın bir Yahudi ismi olmasını öğrenmesi de ayrı bir sürpriz olur. Anna, bu isim değişikliği nedeniyle kendini biraz sorgular ve tanrının eşitlik ve adaleti savunduğu mertebede bunun gereksiz bir sorgulama olduğunu hisseder.

Teyzesiyle beraber bir bara gider ve orda müzik dinleyip ardından odaya çıkarlar. Şarkı söyleyen genç çocukla Ida arasında geçen konuşma, Ida’yı farklı bir noktaya sürükler. Artık Ida, yaşadığı her şeyi tanrısal inançlara uygunluk çizgisinde değerlendirmenin acizlik olduğu fikrine inanmaya başlar. Gün be gün kabuğundan sıyrılan bir ergen gibi Ida, değişim devresi yaşar.

Teyzesiyle buldukları ailesinin toplu mezarına gelince öğrendikleri korkunç gerçek Ida’nın tanrıyı sorgulamasına kadar gider. Keza akabinde teyzesinin sessiz intiharı ve Ida’nın iki dönemeç arasında kalması, teyzesinin evinde bulduğu sigarayı, içkiyi içip barda karşılaştığı genç delikanlıyla bir gece seks yapması bir anlamda içinde tanrıya karşı koruduğu masum ve bakir bedenine zarar vererek tanrıdan aldığı sessiz intikam gibi yansır.

Ailesinin Nazilerce hunhar bir şekilde katledilip çukura öylece atılmasını o güne şahit olan birisinden bizzat duyan Ida, tanrının o an orada varlığını neden gösteremediği inancına girip dehşete düşer.
Final sekansı elbette ki Pawlikowski’nin stratejisini de ortaya koyar bir anlamda keza Ida artık rahibelik makamına gelmek için can atan bir kız değil hayatın birkaç gün içerisinde öğrendiği dipsiz acılarını içinde hala tutan acılı ve günahkâr bir kadın olmuştur. Tanrının evinde diğer kızların rahibelik için ettiği yeminleri gördüğünde kahkahalarla gülmesi de buna vuran en güzel ve sade eleştirel bir bakıştır.

Ida, o hep bildiğimiz ve içimizde özel bir yerde sakladığımız geleneksel inançları ve düşünceleri yer le bir eden bir dönemece sokar izleyiciyi. Taraf tutmadan kararı izleyiciye bırakan o enstrümantel bitiş sendromu, filmden kalkıp gittiğiniz de de içinize taş gibi oturur. Ida’nın ya da Anna’nın gelgitleri ve derin saklanışları tüm çıplaklığıyla serzenişte bulunur filmde. İsimlerin değişmesiyle değişen karakter yapıları bize analiz etme hususunda daha net fikirler verir.

Bu yılın en iyileri arasında yer alan bu yapıt hem temasındaki ince nüanslarla hem oyuncusunun sade  ve naifliğiyle hem de siyah beyaz bir 60’lara bizi götüren Nazi işgali sonrası Polonya’nın sosyo-politik durumuna kamerasını uzatan Pawlikowski’nin natüralist sinema felsefesi için izlenmeye değer bir yapıttır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder