
1990’ların Amerikan Yeni Dalga Bağımsız Yönetmenlerinden Richard Linklater’dan gelen bu yılın en çarpıcı ritmine sahip yapıtlarından biri.
Linklater,ın belki de en iyi anlatım diline sahip bu yeni
ekspresyonist sosyo-kültürel fenomeni, bir çocuk ve bir ergen gözünden
önce kendi spekülatif gözlemlerini ardından yargılarını tüm çıplaklığıyla,
gerçekçi bir çizgi üzerinden dile getiriyor.
Film, merkezine oturmuş bir çocuk,
çocuğun içinde yaşadığı parçalanmış bir aile örgüsü, bu örgüde yaşanan
gitgeller, anne ve babanın ayrı
hayatlarında yaptıkları hatalar, bu
hataların çocuklara olan yansımaları, ilerleyen
yaş itibariyle gerek sosyal gerekse kültürel bunalımların içinde ergenleşen,
pişen bir gençlik ve ete kemiğe bürünen tecrübelerin aynadaki yansımaları
şeklinde ilerliyor.
Mason (Ellar Coltrane), yani
başroldeki o naif, sessiz çocuk, bir
anlamda masum dünyaya gelmiş bir bebeğin nasıl uçlarda bir ailenin elleri
altında önce kabuğunu kırdığı ardından da iklimsel boyutta değişim gösteren
hayatın onda bıraktığı dört mevsimsel etkileriyle büyüyen bir ergen çocuğun ilk
pişmanlıkları, ilk aşkı, ilk hayal
kırıklıkları ve ilk isyanı sayılabilecek bir rasyonel periyodun savaşçısı
oluveriyor.
Amerikan aile yapısındaki çarpıklaşmaya alışık olduğumuz birçok filmin
aksine, Linklater burada anlamsızlaştırdığı ve hiçbir şekilde sorgulamadığı bu
yapıyı hiç sarsmadan içinde olup bitenleri gizli bir kamerayla verirmişçesine
algıyı o çatı içinde yaşayan bireylere kamerasını çeviriyor. Elbette ki her
ailede olduğu gibi etki alanı bu filmde de çocuklar üzerinden gidiyor.
Bilindiği gibi ayrı yaşayan ailelerin çocukları da bu parçalanmadan nasibini
alır ki bu yaralı toplumların hiç kabuk bağlamayan bir acısıdır. Mason, ailesindeki bu ayrılıkçı tarafların
hikâyesine çok detaylı konsantre olmuyor ancak onların içinde yaşadıkları
devinimleri bize her birinin evinde ayrı ayrı kalarak gerçekçi boyutta sunuyor.
Karakter olarak Mason, ailevi ve onun etrafında süregelen olaylarla ilgili
bağımsız yargılamalara girip kendi çıkarımlarını sağlayabiliyor. Nitekim anne
ne kadar Mason’un bir parça annesi gibi olmasını isteyip baba da bir parça
Mason’da kendisini görmek istemesi, Mason’u farklı noktalara kaydırmış olsa da.
Annenin, korumacı ve materyalist kaygıları ile geçmişten beri gerek kendi
özel hayatında aldığı gerek se ailevi hayatında aldığı yanlış kararları olsa
da; anne korumacıdır, anne sakınır, anne her şeyi düşünmelidir politikasını
yetersiz hale getiren bir cam akvaryum haline getiren tipik anne profili, sanki
ne yapsa yalnızlığını artık daha fazla gizleyecek konuma gelemeyen bir kadının
toplumda gitgide dönüştüğü o yalnız ve çaresiz kadın haline, erkeğin ise kendi
hayatında toplayıcı bir kadın olmadan yaşadığı serseri bir hayatta ne kadar
mutlu değilse başka yaşamlara geçtiğinde dönüştüğü farklı kişiliklere de ayak
uydurması bir anlamda onu da bireysel engelleri aşması gereken bir baba
muhalefetine sokuyor. Çocuğu şekillendiren aile yapısı olduğu kadar, aileyi
şekillendiren de çocuğun geleceği oluveriyor.
Mason’un çocuklukta gördüğü hayatın o muhteşem sihrinin, dayanılmaz
büyüsünün aslında aldatıcı bir yanılsama olduğunu anlıyor. Başta annesi ile
babasının evlilik yemini ederek başladıkları hayata daha sonra her nasılsa ayrı
düşerek örnek bile olamadıkları hayat zaten Mason için eksi ile başlamaktan
başka bir şey olamıyor. Ardından annesinin eş olarak hayatına kattığı yanlış
erkekler, Mason üzerinde baskın bir tutum sergilerken, onun büyüdüğünü
göremeyecek kadar da kör bir bakış açısına sahip üvey babaların da annesi
üzerinde de bir kırılma yaşattığını gösteriyor.
Mason, bu yanlış insanların ve yozlaşmaların arasında kendine bir yer
arayan küçük bedeni ayakta tutmaya çalışırken, suskunluğuna gizlediği
kırgınlıklarını uzaklaşarak atabilen bir birey haline geliyor. Bu da Amerikan
toplum yapısı büyüteç altına alınırken, toplumun alt katmanında ezilen
bireylerin normları ve psikolojileri hakkında düşünme payı bırakıyor. Teknolojinin,
sosyal gelişmişlik diye adlandırdığımız medyanın ve onun altındaki satırların,
savaşların, sigaranın, içkinin, devlet yapılanmalarının, sahte ilişkilerin
aslında gelenekselleşmiş ya da gelenek diye adı kalmış saf değerleri nasıl
silip süpürdüğünü yaşayarak gözlemleyen Mason, nasıl ilk defa o güzel saçlarını
bir anda sıfıra vurduran üvey babasına olan nefreti ilk kez yaşadıysa, ilk kez
eline aldığı tüfekle atış yaparken de o kadar sosyalleşmiş bir erkek konumuna
yükselmişti artık..
Tarkovski’nin meşhur insanın içsel algısına yaptığı yolculuğu sembolize
eden The Mirror (1975) yapıtında da gördüğümüz insanın geçmişine dayalı acı ve
tatlı hatıralarına yüklenip onlardan anlam çıkarması gibi ya da Ingmar
Bergman’ın Smultronstället (1957) (Yaban
Çilekleri) adlı dev yapıtında emekli profesörün hayatında bir ayna gibi kendi
içine bakıp anılarıyla şekillendirdiği ve anlam aradığı hayata dayalı gizemli
ve muhteşem yolculuğu örnekleri gibi Boyhood’da da hayat aslında bir anlam
arayışı ve ne kadar hayatın içinde olup olmadığımız dır. Söz konusu değişim,
bizim neye dönüştüğümüz veya neyin bize dönüştüğü değil yaşamın o tatlı
aldatmacası ve kurmacası içinde hangi rolü üstlendiğimizdir.
Boyhood, bu yılın en hatırı sayılır yapıtlarından olup Linklater gibi
farklı üslupları dejenere olmadan kendi diliyle anlatan bir ustadan çıkmış
bağımsızlardan olup, önümüzdeki Oscar ödül töreninde de adından söz ettirecek
hatta yıllar geçse de ardından çok şey söyleyebileceğimiz bir yapıttır. Aslında
film dediğin yıllar geçse de hakkında hala konuşturacak bir hatırası olan bir
eser değil midir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder