22 Aralık 2014 Pazartesi

BOYHOOD - RICHARD LINKLATER



1990’ların Amerikan Yeni Dalga Bağımsız Yönetmenlerinden Richard Linklater’dan gelen bu yılın en çarpıcı ritmine sahip yapıtlarından biri.

Linklater,ın belki de en iyi anlatım diline sahip bu yeni ekspresyonist  sosyo-kültürel  fenomeni, bir çocuk ve bir ergen gözünden önce kendi spekülatif gözlemlerini ardından yargılarını tüm çıplaklığıyla, gerçekçi bir çizgi üzerinden dile getiriyor.

Film,  merkezine oturmuş bir çocuk, çocuğun içinde yaşadığı parçalanmış bir aile örgüsü, bu örgüde yaşanan gitgeller,  anne ve babanın ayrı hayatlarında yaptıkları hatalar,  bu hataların çocuklara olan yansımaları,  ilerleyen yaş itibariyle gerek sosyal gerekse kültürel bunalımların içinde ergenleşen, pişen bir gençlik ve ete kemiğe bürünen tecrübelerin aynadaki yansımaları şeklinde ilerliyor.

Mason (Ellar Coltrane),  yani başroldeki o naif,  sessiz çocuk, bir anlamda masum dünyaya gelmiş bir bebeğin nasıl uçlarda bir ailenin elleri altında önce kabuğunu kırdığı ardından da iklimsel boyutta değişim gösteren hayatın onda bıraktığı dört mevsimsel etkileriyle büyüyen bir ergen çocuğun ilk pişmanlıkları, ilk aşkı,  ilk hayal kırıklıkları ve ilk isyanı sayılabilecek bir rasyonel periyodun savaşçısı oluveriyor. 

Amerikan aile yapısındaki çarpıklaşmaya alışık olduğumuz birçok filmin aksine, Linklater burada anlamsızlaştırdığı ve hiçbir şekilde sorgulamadığı bu yapıyı hiç sarsmadan içinde olup bitenleri gizli bir kamerayla verirmişçesine algıyı o çatı içinde yaşayan bireylere kamerasını çeviriyor. Elbette ki her ailede olduğu gibi etki alanı bu filmde de çocuklar üzerinden gidiyor. Bilindiği gibi ayrı yaşayan ailelerin çocukları da bu parçalanmadan nasibini alır ki bu yaralı toplumların hiç kabuk bağlamayan bir acısıdır. Mason,  ailesindeki bu ayrılıkçı tarafların hikâyesine çok detaylı konsantre olmuyor ancak onların içinde yaşadıkları devinimleri bize her birinin evinde ayrı ayrı kalarak gerçekçi boyutta sunuyor.

Karakter olarak Mason, ailevi ve onun etrafında süregelen olaylarla ilgili bağımsız yargılamalara girip kendi çıkarımlarını sağlayabiliyor. Nitekim anne ne kadar Mason’un bir parça annesi gibi olmasını isteyip baba da bir parça Mason’da kendisini görmek istemesi, Mason’u farklı noktalara kaydırmış olsa da.
Annenin, korumacı ve materyalist kaygıları ile geçmişten beri gerek kendi özel hayatında aldığı gerek se ailevi hayatında aldığı yanlış kararları olsa da; anne korumacıdır, anne sakınır, anne her şeyi düşünmelidir politikasını yetersiz hale getiren bir cam akvaryum haline getiren tipik anne profili, sanki ne yapsa yalnızlığını artık daha fazla gizleyecek konuma gelemeyen bir kadının toplumda gitgide dönüştüğü o yalnız ve çaresiz kadın haline, erkeğin ise kendi hayatında toplayıcı bir kadın olmadan yaşadığı serseri bir hayatta ne kadar mutlu değilse başka yaşamlara geçtiğinde dönüştüğü farklı kişiliklere de ayak uydurması bir anlamda onu da bireysel engelleri aşması gereken bir baba muhalefetine sokuyor. Çocuğu şekillendiren aile yapısı olduğu kadar, aileyi şekillendiren de çocuğun geleceği oluveriyor.

Mason’un çocuklukta gördüğü hayatın o muhteşem sihrinin, dayanılmaz büyüsünün aslında aldatıcı bir yanılsama olduğunu anlıyor. Başta annesi ile babasının evlilik yemini ederek başladıkları hayata daha sonra her nasılsa ayrı düşerek örnek bile olamadıkları hayat zaten Mason için eksi ile başlamaktan başka bir şey olamıyor. Ardından annesinin eş olarak hayatına kattığı yanlış erkekler, Mason üzerinde baskın bir tutum sergilerken, onun büyüdüğünü göremeyecek kadar da kör bir bakış açısına sahip üvey babaların da annesi üzerinde de bir kırılma yaşattığını gösteriyor.

Mason, bu yanlış insanların ve yozlaşmaların arasında kendine bir yer arayan küçük bedeni ayakta tutmaya çalışırken, suskunluğuna gizlediği kırgınlıklarını uzaklaşarak atabilen bir birey haline geliyor. Bu da Amerikan toplum yapısı büyüteç altına alınırken, toplumun alt katmanında ezilen bireylerin normları ve psikolojileri hakkında düşünme payı bırakıyor. Teknolojinin, sosyal gelişmişlik diye adlandırdığımız medyanın ve onun altındaki satırların, savaşların, sigaranın, içkinin, devlet yapılanmalarının, sahte ilişkilerin aslında gelenekselleşmiş ya da gelenek diye adı kalmış saf değerleri nasıl silip süpürdüğünü yaşayarak gözlemleyen Mason, nasıl ilk defa o güzel saçlarını bir anda sıfıra vurduran üvey babasına olan nefreti ilk kez yaşadıysa, ilk kez eline aldığı tüfekle atış yaparken de o kadar sosyalleşmiş bir erkek konumuna yükselmişti artık..

Tarkovski’nin meşhur insanın içsel algısına yaptığı yolculuğu sembolize eden The Mirror (1975) yapıtında da gördüğümüz insanın geçmişine dayalı acı ve tatlı hatıralarına yüklenip onlardan anlam çıkarması gibi ya da Ingmar Bergman’ın Smultronstället (1957)  (Yaban Çilekleri) adlı dev yapıtında emekli profesörün hayatında bir ayna gibi kendi içine bakıp anılarıyla şekillendirdiği ve anlam aradığı hayata dayalı gizemli ve muhteşem yolculuğu örnekleri gibi Boyhood’da da hayat aslında bir anlam arayışı ve ne kadar hayatın içinde olup olmadığımız dır. Söz konusu değişim, bizim neye dönüştüğümüz veya neyin bize dönüştüğü değil yaşamın o tatlı aldatmacası ve kurmacası içinde hangi rolü üstlendiğimizdir.

Boyhood, bu yılın en hatırı sayılır yapıtlarından olup Linklater gibi farklı üslupları dejenere olmadan kendi diliyle anlatan bir ustadan çıkmış bağımsızlardan olup, önümüzdeki Oscar ödül töreninde de adından söz ettirecek hatta yıllar geçse de ardından çok şey söyleyebileceğimiz bir yapıttır. Aslında film dediğin yıllar geçse de hakkında hala konuşturacak bir hatırası olan bir eser değil midir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder