
Zeynep, sıradan bir hayatı olan ve bu sıradanlığı hasta kızı ve annesiyle birlikte paylaşan, toplum denilen yığının bir köşeye fırlatıp attığı bireylerden birisidir. Erkek hegemonyasının üstün olduğu bu dünyada kadın olarak bir erkeğe ihtiyacı olmadan yaşamaya çalışmak, Zeynep'in sırtındaki en ağır yük. Hele ki o kısıtlı zamanında kızına gösterebileceği zerre kadar bir sevgi, kazandığı zerre kadar para ve hayatın bir pencere kenarından zerre kadar bir manzara görebileceği bir hayat sunulmuş Zeynep'e.
Merkezinde büsbütün oturan o insan olmanın verdiği mücadele savaşı, diğer sütunlarda sistemin yozlaşıp insanları getirdiği bu son durumla ne kadar cellada gerek kalmadan kesilen binlerce kafanın sokaklarda başıboş dolaştığına dönüşüyor.
Sade ve dejenere olmamış bir işçi filmi olarak nitelendirdiğim Zerre, alt tabakanın küçücük bir izbe odaya sıkışıp kalması ve o odanın tek göz penceresinden devasa büyüklükte ve önüne geleni katıp götürdüğü o acımasız dünyayı izlemesi gibi küçük ama vurucu bir hikayeye çelme takıyor.
Materyalist dünya sloganını sokaklarda, fabrikalarda, hatta hastanelerde bağırarak alt yazıyla geçen Zerre, samimi bir dille alt kültürü ayaklarıyla ezerek toplumsal bir soykırıma yol açmıştır. Jale Arıkan'ın muhteşem oyunculuğu, filmle o kadar örtüşmüş ki sanki o izbe evde yıllardır yaşayan , arabesk bir yapının küflenmiş birer çivisiymiş gibi hep oracıkta yarı içeride yarı dışarıda ,ilk sallantıda düşecekmiş korkusuyla asılı kalan bir kadını incelikli oynamış.
Tepegöz, ara sıra kamerasını evin penceresinin dış mekanına çevirerek, o küçücük pencereye dışarıdan hatta az mesafeli bakmamızı sağlayarak tanrısal bir boyut da kazandırmıştır. Her evin içinde yaşayan insanları, nesneleri öyle sıralı dolaşan bir kamera ki dışarıda olduğu kadar içeride de çarkın nasıl döndüğünü şöyle bir hatırlatıyor.
Her kaçışında ve korkularının artışında kanayan burnu, Zeynep'in acısını dışa vuruyor ve var gücüyle orayı terk ederek uzaklaşıyor. Aslında dışarıda bakıldığında, Zeynep'in kıyafeti hiç de herhangi bir şeye ihtiyacı olan, para kazanmak için bir zaruret içine giren bir kadın profili olmasa da Tepegöz sanki alt kültürün toplumdaki reel sıkışmışlığını daha üst tarafa çekerek ve bazı şeyleri göze sokmak istemeyerek anlatmayı tercih etmiş.
Koyu gri, ruhu çekilmiş sokaklar, sıvası düşmüş duvarlar, dış kapısı zar zor çalışan bir ev,yatakhanesinde farelerin cirit attığı 3.sınıf fabrikalar ile Tepegöz, dış dünyanın hiçbir albenisi olmadığını tokat gibi vuruyor.Bu koyuluğun içinde yaşayan insanlar da öylesine renksizleşmişler ki
gerçek değerleri unutup var olan yoz sistemin bir parçası oluvermişler adeta.
Varoluşun acıttığı Dostoyevski cümleleri gibi sokaklarda erdemin kalmadığı hatta hayvanların bile insanlarla eşdeğer olduğu bir dönüşümün içinde kıvranan insan, düşünemez, düşündürülemez hale getirilmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder