Gerek Portekizli yazar José Saramago’nun ‘The Double’ adlı romanında gerekse
Fyodor Dostoyevsky'nin ‘Dvojnik(Öteki)’ adlı novellasında işlediği ortak tema
aslında tam da ‘The Double’ filminin merkezinde hareket eden konuyu işliyor.
Referans olarak da zaten Dostoyevsky’nin ‘Dvojnik’ adlı yapıtından esinlenerek
çekilen film, zaman ve mekân kavramlarını tamamıyla dışa atıp distopik bir
karanlık dünya yaratarak içine fırlatıp attığı bir anti kahramanın bulanık can
çekişlerini anlatıyor.
Filmin ilk karesinde bizi kilitleyen farklı mutasyondaki gri renkli
betonarme dünyaya sabitlenmiş, devasa bir binanın süblimleri ve onu izleyen bir
gizemin bizi götüreceği sempatik ve davetkâr bir sıçrayış. Tıpkı Alex Proyas
imzalı 1998 yapımı ‘Dark City (Karanlık şehir)’ motifleri taşıyan bir taş
meclis ile onun şatafatlı görüntüsü ardında yatan merak uyandırıcı bir
giz, akabinde bir tren yolculuğu ki
Kafka’nın içsel yolculuğa atfı gibi bağımsız ama kilitli. Simon karakteriyle
tanışma ve karakterin ilk intibası ile yerinde oturmayan bir şeylerin varlığına
dair hafif karıncalanma etkileri.
Zaten örneği Lynch filmlerinde de çokça görülen bu yansımalar, hiçbir zaman karakterin demirbaşlarına götürmez bizi aksine yüzeysel mekanizmalarına sokup çıkartır ve yaralı bölgelere iğneler batırır. Burada da bir benzeri durum söz konusu. Simon, üstüne 2 numara büyük takım elbiseleriyle trenin bir köşesinde hiç de rahat bir şekilde oturmayan ve sanki her an bir şeylerin olacağı habercisi gibi telaşlı ve endişeli görüntüsüne ek olarak gözünün kaydığı diğer kompartımandaki tıpkı Alice Harikalar Diyarından zıplayıp gelmiş edasıyla beliren Hannah. Öyle ki Hannah, bizim daha sonra karakterin çözülmesi bağlamında ilk elden yardımcı olacak önemli bir nedensel.
Zaten örneği Lynch filmlerinde de çokça görülen bu yansımalar, hiçbir zaman karakterin demirbaşlarına götürmez bizi aksine yüzeysel mekanizmalarına sokup çıkartır ve yaralı bölgelere iğneler batırır. Burada da bir benzeri durum söz konusu. Simon, üstüne 2 numara büyük takım elbiseleriyle trenin bir köşesinde hiç de rahat bir şekilde oturmayan ve sanki her an bir şeylerin olacağı habercisi gibi telaşlı ve endişeli görüntüsüne ek olarak gözünün kaydığı diğer kompartımandaki tıpkı Alice Harikalar Diyarından zıplayıp gelmiş edasıyla beliren Hannah. Öyle ki Hannah, bizim daha sonra karakterin çözülmesi bağlamında ilk elden yardımcı olacak önemli bir nedensel.
Albay adında herkesin saygı duyduğu ve o taş meclisi idare eden bir
yönetici. Her yerde farklı resimlerini görmek mümkün zira altında çalışanlarına
etkili bir psikoloji sunmak için ideal bir reklam. Seçilmiş kıyafetler, ofisler
ve mekân örgüsü, karakterler tıpkı Retro bir meskenden kopup getirilmiş gibi.
Örgün bir ideoloji ve onun altında karınca gibi çalışan bir ekip var. Ne için
çalıştıkları ve tam anlamıyla neyin peşinde oldukları belirsiz. Zaten o hep
gizli tutulmak istenmiş. Bir anlamda da merkezindeki karakter olan Simon’a hizmet
edercesine sakin ve alengirli kimi zaman kanatsız ve refüj bir geleceğe
geçirirken bizi kimi zaman statik klasikleşmenin derinlerine indiriyor. Aki
Kaurismaki’nin o renkli ve tarji komik sahnelemelerine rastlıyor Kar Wai’nin
görsel renklerinin içinde yüzüyoruz. İçine birde Lynch’in devinimsel kimlik
bunalımı eklenince labirent daha bir lezzetli hale geliyor. Kilometre olarak
dengesini hiçbir zaman sabit tutamasa da Simon karakterinin aynen kendisine
benzer James karakteriyle karşılaşıncaya kadar belli bir durağanlığı korurken
alt benlik kavramı devreye girdiğinde işler tamamen değişiyor. Bu Simon’un
delirmeye kadar gittiği yolda gördüğü ve yaşadığı her manzarayı bize yarı
tepetaklak yarı insancıl vermesiyle sürüyor.
Simon, üst benliğin temsilcisi, işinde oldukça akıllı ve disiplinli ancak
karakter bazında oldukça içine dönük ve utangaç bir yapıya sahip. James ise
onun tam tersi alt benliğin temsilcisi, sekse ve kadına düşkün, işinde Simon’un
dehasını kullanan birisi. İş böyle olunca Simon, önce çok sevdiği ama bir türlü
belli edemediği Hanah’ya olan aşkını ve işindeki yıldız kişiliğini James’e
kaptırınca yavaş yavaş deliliğe doğru adım atmaya başlar. Yalnız kaldığı
dairesinde karşıdan sürekli dikizlediği Hannah’ın hareketleri ve ona hep
belirli mesafeden yaklaşabilmesi aslında Simon için büyük bir engel teşkil
ederken, başka bir gün James’in Hannah’ı kollarına alması kadar da zor kabul
edilir bir durum olmuştur. Bu tezat gelgitler Simon’u ilk etapta kendisine
yaklaştığı James’a içten düşmanlık hissetmeye başlamasına neden olur. Bir
elmanın iki yarısı gibi görünen Simon ve James, kopmaya başladığında çözülmeler
de başlar. Bu çözülmeler Simon’u intihara kadar götürür.
David Lynch’in ‘Lost Highway (Kayıp Otoban)’ adlı filminde de alt benliğin
sürüklediği kahramanın kendine oynadığı oyunlar silsilesi vardı. İşte o çizgide
Simon’un iç sanrıları da hareketlenmeye başladığında olağan dışı olaylar yaşar.
Tıpkı dairesinden Hannah’ı gözetlerken, apartmanın ucundan kendisine el
sallayıp intihar eden hiç tanımadığı bir adamı görmesi gibi. Kayıp Otobanda da
kendisine telefon eden içsel bir karakterin ona oynadığı oyun ve ilerisinde
ölüme götüren bir suret olarak yer almıştı. Burada da Simon’un aynı şekilde
ölüşüne neden olan patolojik bir dışavurum var. Kendine el sallayarak atlayıp
intihar etme güdüsü.
Kafka’nın pek çok filme de konu olmuş karakterin karanlık yalnızlığı ve
kendine olan düşmanlığını yenemeyerek savunmasızca ölümü burada da keskin bir
dille veriliyor. Richard Ayoade’nin bu müthiş yönetmenlik denemesi 2014 yılının
gerçekten de ayakta alkışlanacak yapıtlarından biri haline getiriyor. Jesse
Eisenberg’in oyunculuğuna diyecek yok. Başarılı kurgusu, alt metinleri ve
sürreel kombinasyonu ile muhteşem bir film noir örneği.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder