14 Ocak 2015 Çarşamba

THE DOUBLE - RICHARD AYOADE

Gerek Portekizli yazar José Saramago’nun ‘The Double’ adlı romanında gerekse Fyodor Dostoyevsky'nin ‘Dvojnik(Öteki)’ adlı novellasında işlediği ortak tema aslında tam da ‘The Double’ filminin merkezinde hareket eden konuyu işliyor. Referans olarak da zaten Dostoyevsky’nin ‘Dvojnik’ adlı yapıtından esinlenerek çekilen film, zaman ve mekân kavramlarını tamamıyla dışa atıp distopik bir karanlık dünya yaratarak içine fırlatıp attığı bir anti kahramanın bulanık can çekişlerini anlatıyor.

Filmin ilk karesinde bizi kilitleyen farklı mutasyondaki gri renkli betonarme dünyaya sabitlenmiş, devasa bir binanın süblimleri ve onu izleyen bir gizemin bizi götüreceği sempatik ve davetkâr bir sıçrayış. Tıpkı Alex Proyas imzalı 1998 yapımı ‘Dark City (Karanlık şehir)’ motifleri taşıyan bir taş meclis ile onun şatafatlı görüntüsü ardında yatan merak uyandırıcı bir giz,  akabinde bir tren yolculuğu ki Kafka’nın içsel yolculuğa atfı gibi bağımsız ama kilitli. Simon karakteriyle tanışma ve karakterin ilk intibası ile yerinde oturmayan bir şeylerin varlığına dair hafif karıncalanma etkileri.

 Zaten örneği Lynch filmlerinde de çokça görülen bu yansımalar, hiçbir zaman karakterin demirbaşlarına götürmez bizi aksine yüzeysel mekanizmalarına sokup çıkartır ve yaralı bölgelere iğneler batırır. Burada da bir benzeri durum söz konusu.  Simon, üstüne 2 numara büyük takım elbiseleriyle trenin bir köşesinde hiç de rahat bir şekilde oturmayan ve sanki her an bir şeylerin olacağı habercisi gibi telaşlı ve endişeli görüntüsüne ek olarak gözünün kaydığı diğer kompartımandaki tıpkı Alice Harikalar Diyarından zıplayıp gelmiş edasıyla beliren Hannah. Öyle ki Hannah, bizim daha sonra karakterin çözülmesi bağlamında ilk elden yardımcı olacak önemli bir nedensel.

Albay adında herkesin saygı duyduğu ve o taş meclisi idare eden bir yönetici. Her yerde farklı resimlerini görmek mümkün zira altında çalışanlarına etkili bir psikoloji sunmak için ideal bir reklam. Seçilmiş kıyafetler, ofisler ve mekân örgüsü, karakterler tıpkı Retro bir meskenden kopup getirilmiş gibi. Örgün bir ideoloji ve onun altında karınca gibi çalışan bir ekip var. Ne için çalıştıkları ve tam anlamıyla neyin peşinde oldukları belirsiz. Zaten o hep gizli tutulmak istenmiş. Bir anlamda da merkezindeki karakter olan Simon’a hizmet edercesine sakin ve alengirli kimi zaman kanatsız ve refüj bir geleceğe geçirirken bizi kimi zaman statik klasikleşmenin derinlerine indiriyor. Aki Kaurismaki’nin o renkli ve tarji komik sahnelemelerine rastlıyor Kar Wai’nin görsel renklerinin içinde yüzüyoruz. İçine birde Lynch’in devinimsel kimlik bunalımı eklenince labirent daha bir lezzetli hale geliyor. Kilometre olarak dengesini hiçbir zaman sabit tutamasa da Simon karakterinin aynen kendisine benzer James karakteriyle karşılaşıncaya kadar belli bir durağanlığı korurken alt benlik kavramı devreye girdiğinde işler tamamen değişiyor. Bu Simon’un delirmeye kadar gittiği yolda gördüğü ve yaşadığı her manzarayı bize yarı tepetaklak yarı insancıl vermesiyle sürüyor. 

Simon, üst benliğin temsilcisi, işinde oldukça akıllı ve disiplinli ancak karakter bazında oldukça içine dönük ve utangaç bir yapıya sahip. James ise onun tam tersi alt benliğin temsilcisi, sekse ve kadına düşkün, işinde Simon’un dehasını kullanan birisi. İş böyle olunca Simon, önce çok sevdiği ama bir türlü belli edemediği Hanah’ya olan aşkını ve işindeki yıldız kişiliğini James’e kaptırınca yavaş yavaş deliliğe doğru adım atmaya başlar. Yalnız kaldığı dairesinde karşıdan sürekli dikizlediği Hannah’ın hareketleri ve ona hep belirli mesafeden yaklaşabilmesi aslında Simon için büyük bir engel teşkil ederken, başka bir gün James’in Hannah’ı kollarına alması kadar da zor kabul edilir bir durum olmuştur. Bu tezat gelgitler Simon’u ilk etapta kendisine yaklaştığı James’a içten düşmanlık hissetmeye başlamasına neden olur. Bir elmanın iki yarısı gibi görünen Simon ve James, kopmaya başladığında çözülmeler de başlar. Bu çözülmeler Simon’u intihara kadar götürür.

David Lynch’in ‘Lost Highway (Kayıp Otoban)’ adlı filminde de alt benliğin sürüklediği kahramanın kendine oynadığı oyunlar silsilesi vardı. İşte o çizgide Simon’un iç sanrıları da hareketlenmeye başladığında olağan dışı olaylar yaşar. Tıpkı dairesinden Hannah’ı gözetlerken, apartmanın ucundan kendisine el sallayıp intihar eden hiç tanımadığı bir adamı görmesi gibi. Kayıp Otobanda da kendisine telefon eden içsel bir karakterin ona oynadığı oyun ve ilerisinde ölüme götüren bir suret olarak yer almıştı. Burada da Simon’un aynı şekilde ölüşüne neden olan patolojik bir dışavurum var. Kendine el sallayarak atlayıp intihar etme güdüsü.

Kafka’nın pek çok filme de konu olmuş karakterin karanlık yalnızlığı ve kendine olan düşmanlığını yenemeyerek savunmasızca ölümü burada da keskin bir dille veriliyor. Richard Ayoade’nin bu müthiş yönetmenlik denemesi 2014 yılının gerçekten de ayakta alkışlanacak yapıtlarından biri haline getiriyor. Jesse Eisenberg’in oyunculuğuna diyecek yok. Başarılı kurgusu, alt metinleri ve sürreel kombinasyonu ile muhteşem bir film noir örneği.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder