
Korku sinemasında çocuk faktörü oldukça önemli bir parantezdir. Zira en eski kültlerden beri çocuk, korku sentezinin merkezine oturtulmuş masum bir denge unsurudur. Olayları genelde çocuğun hareketleri ve yüzünden izlemek sinemasal korku formatını her zaman yukarıya çıkarır. Bu ‘The Omen (1976)’ serisinde de aynıdır hatta ‘The Shining (1980)’de de bu unsur yer alır. The Exorcist (1973) bile çocuk merkezli, şeytanın o saf ritüel ambiyansını dehşet verici bir görsele çevirmiş ve zamanın en iyilerinden birisi olmayı başarmıştır.
İlk etapta anormal davranışları gözlenen küçük Samuel, sakin ve beraber
yaşadığı annesinin biricik evladı ve üstüne titrediği yavrusu konumundayken bir
anda rollerin hiç tasavvur edilmeyecek yerde değişmesiyle, o etken faktörü anne
nedenseline aktarması inanılmazdır. Korumacı ve çalışkan bir kişiliğe sahip
Amelia’yı ters köşe haline getiren en önemli etken, onun okuduğu ‘Babadook’
adlı bir anda ortaya çıkıveren şu çocuk korkutan masal silsilesinden biri mi
yoksa kendi yalnızlığında tek başına ve savunmasız kalan bir kadının
masumiyetini yitirip dehşeti dışa vuruşu mu? İşte bu noktada Amelia’nın bir
anda değişen metabolizmasına karşı hem şaşıran hem de ona karşı onu savunan
zavallı oğlu Samuel’in bireysel mücadelesi. Roman Polanski’nin Rosemary's Baby
(1968) ve Alfred Hitchcock’un Psycho (1960) filmlerini referans alan kuvvetli
ve bir o kadar sade bir anlatıma sahip olan Babadook, özellikle başrole
oturtulmuş Amelia ve Samuel’in omuzlarındaki sağlam oyunculuklarla zirvede
kalan bir misyona sahip.
Genelde çocuk masalından fırlayan yaratıkların oluşturduğu hezimet, değişik
klişe dönemeçleriyle başarısızlığa uğrar zira yıllar geçtikçe anlatım tarzı
daha da farklı olmayı gerektirir. Oysaki Babadook’da bu klişelerin hiçbirine
rastlamıyoruz. Bu da kendini diğer hem cinsi yapıtlardan ayırt ediyor. Dini,
kutsallığı, kilise örgüsünü ve sanal dünyadan seçilen iletişim ağını yok
sayarak filmin içine geçirilmiş sıradan bir korkuluk kıyafetiyle var olduğu
zannedilen bir ikon ve bu ikonun bir evde aslında acılar ve yalnızlıklar içinde
yaşayan bir aileye musallat oluşu. Aslında bu ikisi bir bakıma mükemmel bir
örtüşmeyi de sunuyor çünkü Babadook denilen karanlık efsane, adı belli çocuğa uzanabilmek için ailenin tek
hayatta kalan ferdi olan anneyi araç olarak kullanıp, annenin en çok değer
verdiği ancak bir araba kazasıyla yitirdiği kocasının kendi içinde kabul
edemediği günahını kullanan bir iç benlik savaşı yaratıyor. Korkuyla ve
günahlarla beslenen bir korku ikonu aslında her zayıf olan insanın içinde yok
mudur? Bu ya Babadook gibi korkuluk kıyafetine bürünmüş karanlık bir kötülük ya
da başka bir şey de olabilirdi. Yani mücadelenin azaldığı ve karanlığa yavaş
yavaş teslim olunduğu andan itibaren, içimizdeki karanlık bir ikon olarak
beliriveriyor. Ve bu ikon, kendi korkunç masalımızı bize göstererek bizi daha
da ürpertiyor.
Masal kitabını ilk keşfeden çocuk olmasına rağmen, daha sonraları onu
okuyup kendi içinde hisseden nedense anne oluveriyor. Bütün elektriği çocuk
yönüne sevk eden yönetmen öyle akıllıca bir manevra yapıyor ki, çocuğu saf dışı
bırakıp herkesin güvendiği anneyi canavarlaştırıyor. Ve çocuk kendi annesine
yem konumunda olaya devam ediyor. Amelia’nın köpeğini öldürüş sahnesini ve
elinde bıçakla kanlar içinde odada duruşunu aslında masal kitabında bizzat
görmüş ve bu onu içinden çıkılmaz bir depresif duruma sokmuştur. Parça parça ve
kademe kademe değişen Amelia, resmen Babadook örgüsünde masalın asıl kahramanı
oluvermiştir.
Filmin şayet kötü bir sonla bitmiş olsaydı, izleyicilerce düşünülecek tek
şey devamının geleceği fikri olurdu herhalde. Ancak yönetmen böyle bir kaygıya
düşmeyip, filmi anne ve çocuk adına insanlığın kazandığı bir değer ile bitirme
gereği hissetmiş. Yani anne çocuğu her türlü kötülükten korur ve kollar. Buna
hiçbir kuvvet engel olamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder