2013 yılında İstanbul Film Festivaline de gelen ‘What Richard Did’ (2012)
filmiyle Altın Lale ödülünü kazanan Lenny Abrahamson’un son yapıtı Frank, bizi
yine o alışılageldik toplumun izole hayat yaşayan karakterlerine çarpıcı bir
bakış açısı getirdiği filmlerden birisi.
Film iki tür karakter motifine değiniyor. Biri, bir çıkış noktası arayarak
hayatı standartlaşan bir birey, diğeri ise çoktan belli bir noktaya gelmiş ama
çıkış noktası aramayan bir müzisyen grup. Alegorik tanımlaması ile birbirinden
farklı ve uç karakterlerden oluşan bu ekip, içlerinde klavyecisinin delirmesi
ve kendini denizde boğmaya çalışmasıyla çıkış noktası bulan birinin etrafında
bu olaya tanıklık eden ve ne olduğunu anlamaya çalışan diğer bir kişinin olaya
dahil oluş hikayesiyle başlar. Klavyecinin artık grubun bir üyesi olamayacağı
gerçeği ile eksilen kadroya bir anda dahil ediliveren bu şanslı çocuk, mevcut
yaşamını bırakıp o hep arayış içinde olduğu müzik grubunu bulduğunu zanneder ve
onlarla bir kırsala gidip kendini bir avuç hiç tanımadığı müzisyen ekiple aynı
eve kapatır.Bu esnada, karakterlerin özellikleri de yavaş yavaş ortaya çıkar. İlk
etapta grup lideri ve sürekli bir maske takan Frank, onun etrafından ayrılmayan
ve ona karşı hisleri olan eksantrik ve serseri bir Clara (Maggie Gyleenhall), ve
Fransızca konuşan bir erkek ve onun kız arkadaşı gibi birbirinden farklı
özelliklere sahip bir grup.
Bir gencin müzisyen olma umutlarını, bu grubun dinamikleri ve prensiplerini
değiştirircesine verdiği mücadeleyi ve bu mücadele sonunda öğreneceği çok ince
nüansları göz önüne getiren Abrahamson, sosyal ağın verdiği iletişimsel
kaynakları, bu kaynakların ne kadar kısa bir zamanda tanınmayan bir grubu sanal
alemde zirveye taşıdığını ve akabinde bu grubun içinde yaşanan çatırdamaları
minimal bir şekilde sinema estetiği ile sunuyor.
Elbetteki sosyal iletişim ağlarının insani olguları ve köklerini nasıl
derinden değiştirdiğini de gösteriyor ve acıtmadan, yaralamadan eleştirisini
yapıyor.
Grubun içine katılan yeni üye Jon burada sanki dış dünyayı temsil eden bir
melek gibi mahrem bir durumu sorgularmışçasına değer yargılarını sarsıp sonunda
yıktığı mekanikleri yeniden onarma görevini kendinde görüyor ve tanrısal bir
oyuna rol soyunuyor. Bir nevi, kişisel bir deneyim yaşarken, diğer taraftan da
soyutladığı hayatın can alıcı semptomlarını yalnız kaldığında bu hiç tanımadığı
insanlarla iyileştirmeye çalışıyor.
Frank, grubun yegane lideri ve herkesin örnek aldığı üstün bir karakter
olarak altı çizilirken, Frank’in içinde yaşadığı ve yaşattığı o masum çocuğun
dış dünyadan izole ettiği o sıcacık ruhu, bu eksantrik müzik grubuyla söylediği
şarkılarda beslediği ve büyüttüğü görülüyor. Büyümeyen bir çocuğun sarsıcı bir
toplumda ezilmeden yaşama tutunması ve bunu kendisi gibi ancak farklı
karakterlerde olan bir grup insanın varlığıyla sentezlediği bir masal anlatıyor
bize Frank. Michael Fassbender’in üstün oyunculuğuyla ibreyi yukarı taşıyan
film, final sahnesi boyunca akıllarda kalıcı bir görsel yaratıyor ve kabul ediş
ile başkaldırışı bertaraf edip toplumun dışında özgürce yaşayan bu kayıp
ruhların müziğine ve varoluşlarına bir şansa daha tanıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder