30 Ocak 2015 Cuma

FRANK


2013 yılında İstanbul Film Festivaline de gelen ‘What Richard Did’ (2012) filmiyle Altın Lale ödülünü kazanan Lenny Abrahamson’un son yapıtı Frank, bizi yine o alışılageldik toplumun izole hayat yaşayan karakterlerine çarpıcı bir bakış açısı getirdiği filmlerden birisi.

Film iki tür karakter motifine değiniyor. Biri, bir çıkış noktası arayarak hayatı standartlaşan bir birey, diğeri ise çoktan belli bir noktaya gelmiş ama çıkış noktası aramayan bir müzisyen grup. Alegorik tanımlaması ile birbirinden farklı ve uç karakterlerden oluşan bu ekip, içlerinde klavyecisinin delirmesi ve kendini denizde boğmaya çalışmasıyla çıkış noktası bulan birinin etrafında bu olaya tanıklık eden ve ne olduğunu anlamaya çalışan diğer bir kişinin olaya dahil oluş hikayesiyle başlar. Klavyecinin artık grubun bir üyesi olamayacağı gerçeği ile eksilen kadroya bir anda dahil ediliveren bu şanslı çocuk, mevcut yaşamını bırakıp o hep arayış içinde olduğu müzik grubunu bulduğunu zanneder ve onlarla bir kırsala gidip kendini bir avuç hiç tanımadığı müzisyen ekiple aynı eve kapatır.Bu esnada, karakterlerin özellikleri de yavaş yavaş ortaya çıkar. İlk etapta grup lideri ve sürekli bir maske takan Frank, onun etrafından ayrılmayan ve ona karşı hisleri olan eksantrik ve serseri bir Clara (Maggie Gyleenhall), ve Fransızca konuşan bir erkek ve onun kız arkadaşı gibi birbirinden farklı özelliklere sahip bir grup.

Bir gencin müzisyen olma umutlarını, bu grubun dinamikleri ve prensiplerini değiştirircesine verdiği mücadeleyi ve bu mücadele sonunda öğreneceği çok ince nüansları göz önüne getiren Abrahamson, sosyal ağın verdiği iletişimsel kaynakları, bu kaynakların ne kadar kısa bir zamanda tanınmayan bir grubu sanal alemde zirveye taşıdığını ve akabinde bu grubun içinde yaşanan çatırdamaları minimal bir şekilde sinema estetiği ile sunuyor.

Elbetteki sosyal iletişim ağlarının insani olguları ve köklerini nasıl derinden değiştirdiğini de gösteriyor ve acıtmadan, yaralamadan eleştirisini yapıyor.

Grubun içine katılan yeni üye Jon burada sanki dış dünyayı temsil eden bir melek gibi mahrem bir durumu sorgularmışçasına değer yargılarını sarsıp sonunda yıktığı mekanikleri yeniden onarma görevini kendinde görüyor ve tanrısal bir oyuna rol soyunuyor. Bir nevi, kişisel bir deneyim yaşarken, diğer taraftan da soyutladığı hayatın can alıcı semptomlarını yalnız kaldığında bu hiç tanımadığı insanlarla iyileştirmeye çalışıyor.

Frank, grubun yegane lideri ve herkesin örnek aldığı üstün bir karakter olarak altı çizilirken, Frank’in içinde yaşadığı ve yaşattığı o masum çocuğun dış dünyadan izole ettiği o sıcacık ruhu, bu eksantrik müzik grubuyla söylediği şarkılarda beslediği ve büyüttüğü görülüyor. Büyümeyen bir çocuğun sarsıcı bir toplumda ezilmeden yaşama tutunması ve bunu kendisi gibi ancak farklı karakterlerde olan bir grup insanın varlığıyla sentezlediği bir masal anlatıyor bize Frank. Michael Fassbender’in üstün oyunculuğuyla ibreyi yukarı taşıyan film, final sahnesi boyunca akıllarda kalıcı bir görsel yaratıyor ve kabul ediş ile başkaldırışı bertaraf edip toplumun dışında özgürce yaşayan bu kayıp ruhların müziğine ve varoluşlarına bir şansa daha tanıyor.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder